UZAK

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 26, 2007

UZAK : Mehmet Emin Toprak’ın Anısına

Bülent Görücü, Yeni Film Dergisi, Sayı:1, Nisan-Haziran 2003



Artık heyecanlandırmıyor beni
garlar, peronlar, benzin istasyonları,
uykulu mola yerleri, yabancılıklar,
bilmediğin dağ rüzgarlarıyla ürpererek uyanmak
bir gece vakti, dalgın bakışmalar
sonra uykusuz sabahlarda indiğin sahil kasabası
daha gövdene uyanmadan serin tuz, kıştan kalma dalgalar

bir yerlerde beklediğini sandığımız büyük rüyalar
galiba artık heyecanlandırmıyor kimseyi
nicedir eksildi içimizden o çekip gitme duygusu
eski neşesine bir türlü kavuşamayan kalbim
saçıp savurdu buraya gelene kadar
içindeki şarkıları
şimdi gündelik hayatın sade gürültüsü, kuru düzeni kuşatırken
sessizliğimi
ardına saklandığım kelimeler
kadar bir hayat
ölmeden önce okunacak, yazılacak birkaç kitap?
( Birkaç film belki…? )




Uzak’ı kim yazacak? Böyle mi başlamıştı konuşmalar, şu anda tam olarak hatırlamıyorum. Ama kesinlikle, Mehmet Emin Toprak ile devam etmişti. Elif Genco, Nuri Bilge Ceylan karakterlerini anlatır bir Murathan Mungan şiirine fazladan bir dize de ekleyerek, ölümünün ardından; Nezih Coşkun, bir “Mehmet Emin Toprak yazısı” yazmak istiyordu. Ne olursa olsun, tüm bu üç filmin – Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak – Mehmet Emin Toprak ve oynadığı “kendisi” ile bir ilgisi vardı. Daha da ileriye gittiğimi hatırlıyorum, belki dillendirmemişimdir, kendime saklamıştım, Nuri Bilge Ceylan’ın Kasaba ile başladığı – Koza’yı şimdilik bir kenara koyabilirim – Uzak ile bitirdiği, bir “Mehmet Emin Toprak üçlemesi” çektiğini düşünmüştüm.

Kasaba’da Saffet, kendini bulduğu yerden, taşradan, Kasaba’sından ayrılmayı kafasına koymuştu. “Büyük, ciddi ve herkes için gerekli bir işin yapıldığı bir yerlere gitmek” istiyordu. Belki de Uzak burada başlıyor. Kasaba’da. Mayıs Sıkıntısı da Mehmet Emin’in uzaklara, çalışmaya gitmek istediği bir film olmuştu. Ve Uzak böyle açılıyordu; Saffet’in Kasaba’sından ayrılışı ile. “Uzak”a geliyordu, “Mayıs Sıkıntısı”nın yönetmeninin, akrabasının yanına.

Uzak’ın böyle seyredilmesi gerektiğini düşünüyorum; Kasaba’dan başlayarak, Mayıs Sıkıntısı’ndan geçerek.

Uzak ile devam etmeden önce, Türkiye sinemasındaki yeni kuşak üzerine biraz durmak istiyorum. Bir parantez olarak görülebilir.

Aslında soracağım soru oldukça yalın: Son dönem Türkiye sinemasında yeni bir kuşaktan bahsedilebilir mi? Burada “yeni kuşak”tan kastedilen tek başına “yeni” ve “genç” insanların ilk filmlerini çekmeleri değil kuşkusuz. “Yeni kuşak” sorununa daha çok ortak dil, duygu, yaklaşım ve yönelime sahip olma, yani bir tür “yeni dalga”, bir başka deyimle bir akım olup olamama açısından bakıyorum ve böyle de sürdüreceğim.

Kimi yazarların ve eleştirmenlerin bu soruyu tartışmaya açtıklarını ya da bizzat bu kuşağa dahil edilen yönetmenlere bunun sorulduğunu hatırlıyorum. Aslında, bu soruya bir yanıt vermek yerine, bu sorunun kaynağına eğilmek, yani bu soruyu sorduran olgulara bakmak ve buradan bir toplam çıkarmak daha doğru gibi gözüküyor.

Her şeyden önce, “yeni kuşağa” dahil edilecek yönetmenler kimler, buna yanıt verilmeli. Zeki Demirkubuz, Serdar Akar, Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim, Kazım Öz, Handan İpekçi ve Semir Aslanyürek belki ilk akla gelenler. Dikkat edilirse, bu yönetmenler birden fazla film çektiler. Bunların dışında, tek film ile kalanlar var (hatırladıklarım şunlar: Semih Kaplanoğlu, Ahmet Çadırcı, Ümit Ünal, Tayfun Pirselimoğlu…). Tüm bu isimler ve filmlerini çektikleri dönem düşünüldüğünde, benzerlikleri ve farklılıkları bir yana, sırf yenilikleri açısından “yeni bir kuşak”tan bahsetmek mümkün, hatta gerekli. Önemli olan, “yeni kuşak” toplamından bir sinema çıkarıp çıkaramayacağımızdır.

İlk elde verilecek yanıt ise bu isimlerin ve filmlerinin farklılığı olacaktır. Belki de yapılması gereken, tek tek yönetmenler ve sinemaları üzerinde durmak ve yönetmenlerin hem kendi içlerinde hem de birlikte ortak dünyaları olup olmadığını ve farklılıklarını araştırmaktır.

Yukarıda andığım yönetmenlerden, Serdar Akar ve Nuri Bilge Ceylan üç, Kazım Öz, Handan İpekçi, Yeşim Ustaoğlu ve Derviş Zaim ikişer uzun metrajlı film çektiler. Serdar Akar’ın Gemide, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar ve Maruf filmleri birbirinden farklı dünyaları anlatıyor. Nuri Bilge Ceylan’a geleceğim; ancak diğerleri ile devam etmek istiyorum. Yeşim Ustaoğlu ise, kısa filmlerini saymazsak, birbirinden farklı iki film çekti: İz ve Güneşe Yolculuk. İz, kayıp bir yüzün peşinden giden bir komiseri anlatıyordu; sanırım filmin önemi mekanın öykü içinde dramatik kullanımı oldu. Güneşe Yolculuk ise bambaşka bir film. Kürt gerçeğinin dile getirilişi ile bir coğrafyada yaşananları İstanbul’da emekçi kimlikleriyle buluşan karakterlerle gündeme getiriyor. Bu filmin, Türkiye sinema tarihinde de ayrı bir yere konulması mümkün, Yılmaz Güney geleneğinin bir sürdürücüsü olarak anılması da. Derviş Zaim ise, yine birbirinden farklı iki film yönetti. Tabutta Rövaşata, yaşamın kıyısında evsiz-barksız Hisarcı Mahsun’un hikayesini anlatırken, Filler ve Çimen, sinema eleştirmenlerinin ona atfettiği şekliyle “bir Susurluk filmi” olarak öne çıktı. Ben, bu filmin “Susurluk Filmi” olmaktan çok, “Susurluk Filmi” olamamaya çok iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Üstelik yönetmenin kendisinin de, Susurluk ile ortaya çıkanları toplumsal-siyasi olarak anlatma gibi bir derdi-meramı ve birikimi bulunmuyor. Son olarak, Handan İpekçi de, Babam Askerde ve Büyük Adam Küçük Aşk ile çocukları merkeze alan filmler çekti. Babam Askerde, 12 Eylül’de hapishaneye giren babalarının “askerde” olduğu söylenen bir grup çocuğun öyküsünü anlatıyordu. Son filmi Büyük Küçük Aşk ise Kürt kızı Hejar ile emekli hakim arasındaki insani ilişkiyi ele alıyordu. Bu filmin de Türkiye sinemasında az bulunur örneklerden olduğunu düşünüyorum.

Zeki Demirkubuz’un ve Nuri Bilge Ceylan’ın yukarıda andığım yönetmenlerden belli ölçülerde farklılaştığını söylemek mümkün. Bu farklılık ise, çektikleri tüm filmlerin toplamında kendi dünyalarını sinemaya aktarabilmelerinden ya da başka bir deyimle, filmlerinde ortaya çıkan, ortak yönleri olan, toplamda sinemalarına yansıyan bir iç dünyanın varlığından kaynaklanıyor. C Blok’tan başlayarak, Masumiyet’e, oradan Üçüncü Sayfa ve “Karanlık Üstüne Öyküler”e (Yazgı ve İtiraf) bir “Zeki Demirkubuz sineması”ndan ve bu sinemanın özelliklerinden rahatlıkla bahsedilebilir. Aynı şekilde Nuri Bilge Ceylan için de benzer şeyler söylenebilir. Koza’dan başlayan ve Uzak’a gelen filmografisinde, bir filminden diğerine taşıdığı noktalar fazlasıyla var. Sanırım bu yanıyla da, “kişisel” olarak adlandırılabilecek bir sinemanın temsilcileri onlar. “Kişisellik”in tek başına bir erdem olarak kabul edilmesi mümkün değil belki; ancak filmlerinden bir toplamın çıktı söylenebilir.

İhtiyatı yine de elden bırakmamak gerekiyor. Bu yönetmenlerin, kendi sinemalarını kurduklarını, kendilerine özgü bir dünya ve dil oluşturduklarını söylemek için biraz erken de olsa, kimi farklılıklar ve benzerlikler görülebilir. Benzerlikler, sanırım, ikisinin de kendilerine özgü bir “görüş” ve sinema dili kurabilme uğraşlarındadır. Burada, çok basite indirgenen ve daha çok gazetelerin sinema yazıları içine sıkıştırılmış tanımlamalarından uzak olmak gerektiğini de düşünüyorum (1). Üstelik, “kendilerine özgülük”ün bu kadar abartılmaması gerektiğini de. Abartılabilecek tek nokta, bunların neden bir Mumya Firarda, Karışık Pizza, Komser Şekspir çekmedikleridir. Bunda da abartının haklılık payı var.

Dillerini bir kenara bırakalım. En azından bir süreliğine. Ancak, günümüz Türkiye’sinde görmek istedikleri ve gördükleri onların ayrım ve benzerlik noktası. Elbette, günlük yaşamın siyasiliğinden ve toplumsallığından arındırılmış bir bakış değil. Ancak taşranın ya da “üçüncü sayfa” haberlerinin yeri, sadece “sıradan” insanların cinayet beklentileri ve bunlara uzaklıkları ile değerlendirilemez. Konunun seçimi yanında, kahramanlarına yaklaşımları ve bunları ele alışları, - belki de sevmeleri diyelim, özellikle Zeki Demirkubuz’un tüm kahramanlarını sonuna kadar sevdiğini düşünüyorum – onları bir yaşantının içine yerleştirmeleri önemsenmeli. Birinde, öyküler ve kahramanların o öyküler içerisindeki davranışları ve yaklaşımları, bocalamaları, çırpınışları, kendilerince hal-çare bulma, hayatın akışı içerisinde bir yere tutunma çabaları varken (Demirkubuz), diğerinde öyküden öte kahramanların kendilerini gerçekleştirme biçimleri ve durumları (Ceylan) söz konusu.

Birinde kahramanlar ahlaki ve içsel bir sıkışmanın ya da “hodri meydan”ın karşısında kendi yaşantıları ve duygusallıkları, konumları ile çıkış ararlarken (Demirkubuz), diğerinde kahramanlar herhangi bir karar verme, sorgulama ve bir çıkışın peşinde değillerdir. Bir tarafta kahramanları zorlayan ve hayatın soğuk yüzünden gelen durumlar diğer tarafta, daha çok seyretmeye ve olan bitene “uzak”tan bakmayı sürdüren insanlar… Bu konuya aşağıda yeniden döneceğim; çünkü bu yargımın belli ölçülerde Mehmet Emin Toprak’ın canlandırdığı karakter ile –her üç filmde de- biraz yıkılabildiğini düşünüyorum. Bir başka deyimle, Mehmet Emin Toprak, biraz da olsa, Demirkubuz filmlerinden fırlamışa benziyor.

Her şekilde Yeşim Ustaoğlu’nun Güneşe Yolculuk’ta yaptığından farklı bir yapıda filmler onların çektikleri. Farklılık, kahramanının bilinç değişiminde. Demirkubuz’da, kahramanların bilinci sıçramalı değil, doğrudan yaşamın etkisi ve daha çok “kaderci” bir anlamda farklılaşıyor. Bilinçlenmeye karşı duruyor Demirkubuz sineması. Onun kahramanları, değişimi kaderci bir tarzda ve hayatın akışı içerisinde gerçekleştiriyorlar. Belki de gerçekleştirmek değil, ama içinde sürüklendikleri yaşamın içinde kendilerini değiştirmeden, önce reddettikleri, ama sonrasında kabullendikleri bir hayatın akışına giriyorlar. Yine de bir değişim yaşıyorlar. Ceylan’ın kahramanlarının böyle dertleri yok. Onlar durağanlar. Onlar sadece düşünüyorlar. Durumları yaşıyorlar. Özellikle Mayıs Sıkıntısı ve Uzak’ta. Kasaba biraz daha farklı belki.

O yüzden, Ceylan ve Demirkubuz’u birleştiren ve farklılaştıran yanlar Uzak’ı anlatmaya yarıyor daha çok.

Kasaba’dan Uzak’a...

Yusuf Güven’in “Taşradan Fotoğraf”ları (2) ile başlıyordu Kasaba. Beni bu taşranın kendisi değil; daha çok Uzak’a varıncaya kadar Saffet karakteri ilgilendiriyor. Ceylan, Kasaba’da, doğup büyüdüğü taşradan, kasabasından ayrılmayı kafasına koymuş Saffet’i anlatıyordu öykülerinden birinde. Ayrılma isteğini kafamızda tutalım; öncelikle aylak, başıboş, Yalçın Küçük’ün sevdiği deyimle serseri Saffet’in resmedilişinin önemli olduğunu düşünüyorum. Saffet’in merkezde durduğu bu öyküde Saffet’in karşılığını temsil eden Emin karakteriydi. Doğduğu taşradan okumak için uzaklara giden, ama sonra geri dönen bir karakter. Büyük İskender ile kendisi arasında bağlar gören Emin, okumuş olmasının tüm “eziciliğini” yansıtıyordu erkekler – baba ve Saffet – ile ilişkilerinde. Her şeyden önemlisi, Saffet, ailenin bir diğer oğlunun – Emin’in kardeşinin – bir mirası idi. Onun ölümünden sonra büyük babasının evinde kalmayı sürdürüyordu. “Babası gibiydi” o da. Aylak ve serseri; bir baltaya sap olamamış. Emin’den farklı. Emin okumuştu. Emin kelimeleri kullanarak kendi gerçekliğini var ediyordu.

Saffet’in derdi gitmekti. Neresi olursa; o kadar da önemli değildi mekan. Boğulduğu, kendini var edemediği, gençliğinin ve erkekliğinin heba olduğu kasabadan gitmek istiyordu.

Mayıs Sıkıntısı’nda ise biraz daha yorulmuş, boğulmuş ve yaşlanmış ama hala mutsuz bir Saffet izleyecektik. Kendisini filmde oynatan yönetmenden (Muzaffer Özdemir) tek istediği İstanbul’da ona bir iş bulmasıydı. Yönetmen ise, kayıtsızdı, “ne yapacaktı o İstanbul gibi büyük bir kentte”. Ayrılma isteğinin kendisi bile önemsizdi. Biraz, ve belki de daha çok, baştan savıyordu bu isteği. Aslında, Kasaba’da da Mayıs Sıkıntısı’nda da ayrılma isteğinin kendisi, basit bir sıkışmışlığın ötesinde görülmeli. Yeni bir iş istiyordu Saffet. Buna yeni bir hayat, ve bununla ilgili her türlü yeniliği ekleyebilirsiniz. Yaşamın peşinden gitmek, para kazanmak, kendini başka türlü gerçekleştirmek…

Mayıs Sıkıntısı’nın yönetmeni ise kayıtsızdı, yaşama ya da başkalarının düşlerine.

Uzak, Kasaba’nın bıraktığı yerden açılıyordu. Yusuf (Saffet), kasabasından ayrılıyordu filmin başında. Bir taşralı için yeterince uzak bir memlekete, İstanbul’a, Mayıs Sıkıntısı’nın yönetmeninin yanına, uzaklarda, yeni gemilerde iş aramaya çıkıyordu.

Karlar altındaki İstanbul, belki Yusuf için değil ama, onu dışarıdan izleyenler için çekici olabilirdi. Yusuf’un yaptığı hiç tanımadığı bir kentte dolaşmak ve görmekti. Bir iş istiyordu; onu uzaklara götürecek olması sadece duyduğu bir “söylence”den kaynaklanıyordu. Bu söylence, gemilerde iyi para kazanıldığı idi. O da bu söylencenin peşinden gelmişti İstanbul’a.

Muzaffer Özdemir’in oynadığı Mahmut karakteri ise tam tersi sayılabilir. Yusuf’la fotoğraf çekmek için çıktıkları yolculukta Yusuf’un yakınlaşmasına izin vermeyen, mesafeler üreten, yolda rastladıkları ve geçmişini anıştırır bir fotoğrafı çekmekten vaz geçen, gün batımının peşinden gitmeyen birisi. Kayıtsız ve umursamaz. “Tarkovski gibi filmler çekmek” düşünün ardından gitmeyen ve kendini hayatın (hayatının değil) akışına bırakmış birisi. Uzak’ta onun tek uğraşısı reklam fotoğrafları çekmek.

O ne kadar vurdumduymaz ise, Yusuf-Saffet o kadar hayatın içinde. Bu yanıyla da Demirkubuz filmlerindeki andırıyor. Mahmut’un annesinin hasta olması, üstelik bu hastalık ölümcül olabilecek bir hastalık, ile Yusuf’un annesinin diş ağrısı karşılaştırıldığında, Yusuf’un verdiği tepki daha insani ve yakın olabiliyor.

Yusuf ve Mahmut’un ayrılıklarını, uzaklıklarını, yaşam’a ve kente nasıl dahil olduklarını gündelik olay ve durumlarda ortaya koyarken aralarındaki gerilimi, özellikle Mahmut’un dış dünyayla gerilimini de o kadar yakından hissediyoruz.

Uzak, belki Mahmut’u anlatıyor; ama onun uzaklığının tüm yaşama sinmiş tavrı, bir bakıma o orta sınıf siniklik, karşısında Yusuf hayatın daha fazla içinde bir karakter. Kadınlara yaklaşımında bile. Mahmut sevgilisi ile ilişkisinde ne kadar suskun ve kendini geri çekmiş ise, Yusuf henüz bir ilişkisi olmayan bir kadına yanaşmaya ve ona ilgi duyduğunu göstermeye o kadar istekli. Ama kent, üstelik bu İstanbul ise, onu da belli ölçülerde bozacaktır.

Bozulmayacağı nokta ise hayatı ve hayatın içinde olmayı kendi dünyası ile algılayışıdır. Bir iş istemektedir. Bir iş için kendi akrabasının – Mahmut’un – yardımına ihtiyaç duyacaktır; ama karşısında “gurur”u bulacak ve bir dolu da azar işitecektir. Mahmut, bir başkasını bırakın, kendisi için bile bir şey yapabilecek durumda değildir. Sanırım, bu sahnedeki, kente sonradan gelmiş taşralı ve iş aramak ile kentlinin üstün körü ve baştan savıcı tavrı önemlidir. Mahmut’un, Yusuf’u azarlaması, kendi yalnızlığının, bencilliğinin bozulmuş olmasındandır. Yusuf, Mahmut’un yaşantısına bir yabancı olarak girmiştir; onun özgürlüğünü, bir oda bir salonluk evinde bozmuştur.

Biraz ara vererek, son dönemlerde adına henüz karar veremesem de, sinemada bir sergileyiş tarzından bahsetmek istiyorum. Sanırım, bunu gösterebilecek olan da Ken Loach’un sinemasıdır. 1980 sonrasının en çok anlatılan öykülerinden birisi olan orta sınıf “aydın-yarı aydın”ın yalnızlığı-bunalımı-yurtsuzluğu-kaybedişleri-yoksunlukları belki de. Ken Loach sinemasının ise bize gösterdiği, işçi sınıfının daha da zor durumda olmasıdır. Ancak burada durmuyor Loach, işçi sınıfının, kendi bunalımları-bulantıları dışında başetmek zorunda olduğu bir çok şey olduğunu gösteriyor. Kıza komünyon giysilerinin alınması (Yağan Taşlar) örneğin, ailenin karnın doyurulmasının gerektiği çalışmanın zorunluluğu (Demiryolcular), işçi sınıfındaki uyuşturucu-alkol bağımlılığı (Benim Adım Joe), İngiltere’deki Şilili bir göçmenin 11 Eylül’de aklına gelenler (11’09”01 filmindeki epizot), inşaat işçilerinin zor koşullarda ve ölümüne çalışmaları (Ayak Takımı, Riff-Raff) ve daha birçok öykü…

Bir ara buna “yoksunluğun sineması” demek istemiştim. Bir tarafta birçok şeyden yoksun olanlar ve bulantılara düşmek gibi bir “lüksleri” olmayanlar, sürekli çalışmak, çalışmak ve çalışmak zorunda olanlar ile diğer tarafta orta sınıf kırılganlığı… Artık ayırt etmek çok kolay sınırım.

Bundan dolayı, Yusuf’u daha yakın bulduğumu söylemeliyim. Tüm naifliği ve sıradanlığı içinde…

Bu yüzden de, Nuri Bilge Ceylan’ın, en iyi çizdiği karakterin Saffet-Yusuf karakteri olduğunu düşünüyorum.

Buradan bir ara sonuç da çıkartabiliyorum sanırım: Türkiye sinemasında, özellikle son dönemde, orta sınıf aydın-yarı aydın karakterlerinin işçi-çalışan-emekçiler karşısında neden kötü çizildiğini de anlayabiliyorum. Bunun kökenlerine, Metin Erksan’ın Gecelerin Ötesi, Duygu Sağıroğlu’nun Bitmeyen Yol, Yılmaz Güney’in Umut, Demirkubuz’un Üçüncü Sayfa filmleri de dahil edilebilir. Belki de Fahriye Abla’nın mutlu son gereksinimi bile burada düşünülebilir. Bunlar tarihimiz, Türkiye sinemasının yapabileceği en iyi şeyin, samimi ve dürüst bir şekilde, orta-sınıf sorunlarını değil, “yoksunların” filmlerini çekmek olduğunu düşünüyorum.

Bu ara sonucun devamında, Yusuf karakteri ile Kasaba-Mayıs Sıkıntısı-Uzak’ı bitirmek istiyorum.

Mehmet Emin Toprak’ın trajik ve erken ölümünün bir katkısı var mıdır bu satırlarda, çok emin olamıyorum; ancak olmaması da mümkün değil belki. Özellikle Saffet-Yusuf’u, onun filmlere yansıyan karakterini ve karşısında Mahmut’u gördükten sonra. Ceylan’ın erdeminin Mehmet Emin’i anlatabilmiş olması olduğunu düşünüyorum. Yoksa, Mahmut tipi, sinemamızın son 20 yıllık tarihinde karşımıza çıkan “bunalan” tiplerinden farklı olmazdı.

Yine de önemli bir ayrıntı belki; Uzak’ın sonunda, içilen bir Samsun sigarasının Mahmut’a – ve Ceylan’a – düşündürttüğü bir şeyler olmalı.


Notlar:
1. Fatih Özgüven, Radikal’de yazdığı Uzak ile ilgili yazısında (“Ayak Kokusu”) Zeki Demirkubuz’u Dostoyevski’ye Nuri Bilge Ceylan’ı da Çehov’a havale ederken, biraz aceleci davranıyor. En büyük sorun da, bu tür tanımlamalardaki kolaycılık belki. Günümüzde saf anlamında bir “Dostoyevski”cilik ya da “Çehov”izm ne kadar mümkün. Örneğin, Üçüncü Sayfa’yı Dostoyevski’nin dünyası dışında anlamak ve açıklamak, günümüz Türkiye’sinde görmek daha doğru geliyor.
2. Yusuf Güven, “Taşradan Fotoğraflar”, Yeni İnsan Yeni Sinema, sayı 4, Mart 1998.

Çocukların Hayelleri

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 25, 2007













İnsan Dilinin Altındadır

yollayan tutbenidüşmeden on

Kitabın Kalbi

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 22, 2007

Sessiz aralıklar

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 21, 2007

sessiz aralıklar

Şu an neyi dinliyorsunuz? Sesleri mi yoksa sesler arasındaki aralıkları mı? Eğer bu sessiz aralıklar olmasa, sesler asla bu kadar etkili olmayacaktı.

Jiddu Krishnamurti

Hayat

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 20, 2007

HAYAT

Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili.
Biz kendimizden başka herkesin
üzüntüsünü üzüntümüz, acısını acımız yaptık çünkü.
Dünyanın öbür ucunda, hiç tanımadığımız
bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı..
Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk…
Yüreğimizin yufkalığı kimi zaman
Hayat karşısında bizi zayıf yaptı.
Aslında ne güzel şeydir
İnsanın insana yanması sevgili…
Ne güzeldir bilmediğin birinin
Derdine üzülebilmek ve çare aramak…
Ben, bütün hayatımda, hep üzüldüm, hep yandım.
Yaşamak ne güzeldir be sevgili…
Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek…
Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın..

Yılmaz Güney

Mektup Bohçası

yollayan tutbenidüşmeden on

"http://www.kezako.be/blog/images/07%2001/Asian%20girl.jpg" grafik dosyası hatalı olduğu için gösterilemiyor.


Doğu Türkistan’da genç bir kadın sevgilisine bir avuç çay, bir yaprak çimen, kırmızı bir meyva, kurutulmuş kayısı, kömür parçası, çiçek, şeker, çakıl taşı, şahin tüyü ve bir fındıktan oluşan bir mektup yollamış. Mesaj şuymuş: “Artık çay içemiyorum. Sensiz solmuş çimenler gibiyim. Seni düşünürken yanaklarım kızarıyor, yüreğim kömür oluyor. Sen bir çiçek kadar güzel, şeker kadar tatlısın. Ama yüreğin taştan mı? Kanatlarım olsa sana uçardım ama senin elinde kabuğu kırılacak meyva gibiyim.”


Şahin

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 19, 2007


Rahatlıkların adamı, dertsiz tasasız kendi halinde doğal insan. Hülya Hoca gibi birini extra performans tüketmeden güldürebilen ender kişilik. ŞAHİN.

Hayatımızda uçurumlar var, aslında bunlar olağan durumlar
Yine de yeterli değil koşullar
Zaman içinde yolculuklar yapar
Okumayı sever
Yazar, çizer
Günlük dertler
Büyük değişimler içinde yaşar
İçinde yaşar

"HAKSIZ" SAVAŞA VE YAĞMALAMAYA KARŞIYIM!

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 17, 2007

"HAKSIZ" SAVAŞA VE YAĞMALAMAYA KARŞIYIM!
Dünyanın en aşağılık yalancı, en şerefsiz, insanlıktan çıkan ABD yöneticileri ve onların diğer ülkelerdeki işbirlikçileri; Irak'ta öldürülen bütün insanların, bebeklerin katilleridir!
Halkların bir gün kendi güçlerinin farkına varacağı, onların saltanatlarının başlarına yıkılacağı günler de gelecek...

Kuşkumuz yok... O günler gelecek...

NCAŞ ÇİLAMURE

yollayan tutbenidüşmeden on

NCAŞ ÇİLAMURE

Laz Masalları


AĞACIN GÖZYAŞLARI - NCAŞ ÇİLAMURE

Bir köyde üç usta varmış. Bunlar aralarında konuşmuşlar ve, “Başka bir yere gidip, orada çalışalım, köyümüzde çalışacak bir işimiz yok” demişler. Bunun üzerine birisi, “Bir kişiye daha ihtiyacımız var, biz üçümüz ustayız, dördüncüsü de yemek işine bakan biri olacak,” demiş. Dördüncü adamı da bulmuşlar, yanlarına alıp yola koyulmuşlar.

Epeyce yol gitmişler. Akşam olmuş. Biri, “Hep birlikte uyumamalıyız, birer birer nöbet tutalım!” demiş. Çöp atmışlar, ilk nöbet ağaç ustasına çıkmış. İkincisi terziye, üçüncüsü kuyumcuya, dördüncüsü de zanaatı olmayan adam olmuş. Bunlar uyumuş, ağaç ustası nöbet tutmaya başlamış. Nöbet tutarken, “Nöbeti bitirene kadar ağacın üzerine bir kız resmi çizeyim” deyip resmi çizmiş. Nöbeti bitince, terziyi kaldırıp kendisi uyumuş.

Kızın resmini gören terzi, “Bu ağaç ustasının işidir, yaptığıyla övünecek. Ben de buna bir elbise dikeyim” demiş. Her şeyini dikip giydirmiş. Nöbeti bitince kuyumcuyu uyandırıp, kendisi uyumuş.

Kuyumcu bunları görünce, o da şöyle demiş, “Ben bir şey yapmazsam, ağaç ustasıyla terzi sabah bununla övünecekler.” Derken, o da altın takılar takmış. Nöbeti bitince, zanaatı olmayan adamı kaldırmış.

Adam bunları görünce üzülüp kalmış. Tanrı’ya yalvarmış: “Yarın sabah ustalar bana nazlanacaklar. Yarın sabah onların karşısında beni utandırma, buna can ver!” Gerçekten de, kız canlanmış.

Sabah hepsi uyanmış. Karşılarında canlı kızı görünce kavga etmeye başlamışlar. Ağaç ustası, “Siz bir şey bilmiyordunuz, bu işe ben başladım, kız benimdir.” Terzi, “Doğrudur sen başladın, ama sen onu çıplak bıraktın, nasıl da utanmadın! Giysilerini ben giydirdim, öyleyse kız benimdir.” Kuyumcu, “Benimdir çünkü altınları ben taktım, nişanı ben verdim, bundan dolayı benimdir.” Zanaatı olmayan adam, “Siz sadece resim yaptınız. Ona ben can verdim, benimdir.”

Bunlar tartışırlarken bir kralın oğlu at üstünde çıkagelmiş. “Davanız nedir, niye tartışıyorsunuz?” diye sormuş. Bunlar da her şeyi anlatmışlar. Kralın oğlu güzel kızı görünce gözü kalmış, o da kavgaya katılmış. Sonra demişler ki, bizim işimizi sadece hakim çözebilir, hakime gidelim. Hakimin de gözü kalmış, o da kavgaya katılmış.
Onlar birbirleriyle kavga ederken, kız yavaş yavaş gidip ağaca yanaşmış. Ağaç yarılmış, kız içine girmiş, ağaç gene kapanmış. Bunlar bakmışlar kız ortada yok!

Lazların eski bir sözüdür: Ağaç keserken, ağaçtan akan su o kızın gözyaşlarıdır.

Ncaş Çilamure*

Ar opuûes sum usûa korûu ren. Hantepek uüuitkves-ki “Vidat çkva ar svaşa do hek viéadat, çkuni opuûes oéadoni mutu var miğunan.” Ham oras arik tku-ki “Ar üoçi çkva minonan, çkun sumi-ti usûa voret, maotxani-ti gyari-wüari mxenu orûas.” Maotxani üoçi koâires, mutepe üala keöopes do gzas kogedgites.
İdes, ides, ides dulumces. Arik “Mteli aroğorda onciru var iven, tito-tito pçvat!” ya tku ren. Çopi istoles ren. İpti, ncaş usûas komoxvadu ren. Majurani terzis komoxvadu ren. Masumani üuumcis do maotxani zanaaûi na-var uçkin üoçis.

Hantepe kodincires do ncaş usûak oçumu kogyoöu ren. Çumûuşa “Çkimi nobeûi oçodinapaşa ncaşi ar bozoş marita doôa” ya tku do dovu ren. Muşi nobeûi na-miüilu, terzi kogoüuéxinu do muk kodinciru ren.

Terzik bozoş marita na-âiru “Haya ncaş usûaş noxone ren do hamuten ti imékvasen. Ma-ti ar üai dolokunu dovuöa hamus” ya tku ren. İri mutxani duöu do kodolokunu ren. Muşi nobeûi na-içodu, üuumci moselu do muk kodinciru ren.

Haya üuumcik na-âiruu, hemuk-ti haşo zoôu ren “Ma mutu var ôi-na ncaş usûa do terzik öumani hamute imékvanen.” E-do, muk-ti okroşi doloüidape duxenu ren. Hemuş nobeûi na-miüilu, mutu na-var uçkin üoçi keoselu.

Haya üoçik hantepe na-âiru gemzuli kodoskidu ren. Hemu şeni-ki, mus mutu na-var uçkiûu kuçkiûu do “Öumani usûape gemamékvasen” ya do ğormotis oxvewu ren: “Öumani hentepeş üala oncğores mot gemiûalam, hamus şuri komeçi!” ya. Mtini-ti bozok şuri komoğu ren.

Öumani mteli goüuéxes ren. Eiseles do şurite bozo na-âires, oüoüidinus kogyoöües ren. Ncaş usûak tku ren-ki “Tkvan mutu var giçkiûes do ma gevoöüi haya, bozo çkimi ren” ya. Terzik uwu ren, “Mwori ren, si gyoöüi, mara si ûeûeli naşkvi, oncğore muöo var gavu! Dolokunu ma dolovokuni, e-do çkimi ren” ya. Uuumcik tku ren-ki “Çkimi ren, hemu şeni-ki, okro ma vuxveni do nişani ma mepçi, hemuşeni çkimi ren” ya. Zanaaûi na-var uçkin üoçik “Tkvan xvala marita vit, şuri ma gevudgini do çkimi ren” ya.
Haşo oüobunanşa, néxenis gexuneri ar mapaş bere komoxtu ren. “Muş dava giğunan, mot oüobut?” ya. Hantepek-ti mteli mutxani duôaramites. Mapaş beres-ti na-âiru mskva bozos toli konoskidu do muk-ti oüoüidus kamaxtu ren. Oüule tkves-ki “Çkuni dulya xvala sudis naöüviden do sudişa vidat” ya. Oüibğes do sudişa mendaxtes ren. Sudiş reizis-ti toli konoskidu do he-ti oüoüidus kamaxtu ren.

Hantepe haşo oüobunanşa, bozo tamo tamo idu do ncas konodgitu ren. Nca oüuiwüu, bozo kamaxtu ren do nca koüitu ren. Hantepek mendawüedes-şi bozo var ren!
Mcveşi natkvami ren: nca üvatumûaşa, ncaşen wüari na-gamulun hem bozoşi çelamure ren.

* Derleyen: KHARÛOZİA Guram, Lazuri Teüsûebi (Laz Masalları), Tiflis, 1972, Hazırlayan ve Türkçe’ye çeviren: İsmail A. Bucaklişi

Acıları oyuna dönüştürmek

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 15, 2007

Ulusça, bir ateş çemberinden geçiyoruz. Dayanmanın tek yolu var: Acıları oyuna dönüştürmek

Üniversitede "tuhaf bir arkadaşım var­dı. Geceleri toprağa uzanıp yıldızları gözlemeye ve uzaylıları beklemeye bayılırdı.

Bir gün, uzun zamandır kuşkulandığı şeyi açmıştı bana, zor bir sır verircesine:

Birilerinin kendisiyle "hayat" adını ver­dikleri bir oyun oynadıklarını düşünüyordu. Öyle ki yaşadığımız herşey bu yanılsa­ma için özel olarak düzenlenmişti. Mesela kendisine gösterilenden tamamen başka bir dış dünya olduğuna inanıyordu. Pence­reden bakınca dışarıda gördüklerinin, per­deyi çektiği andan itibaren bambaşka bir hal aldığı kanısındaydı. Sanki "yukarıdaki­ler," O'nunla oynamak için "dışarı"yı öyle tanzim ediyorlar, O perdeyi çekince de kıs kıs gülerek içeri bakıyor, O'nu izliyorlardı.

Bazen otururken, aniden perdeyi açıp dışarıyı kontrol etmek istiyor, adeta kendisiyle oyun ve sonunda hayat, hayalin karşısında yenik düşüyor. oynayanları faka bastırmaya çalı­şıyordu.

Bir süre sonra perdelerini aç­maz oldu. Ya bu "oyun"a ortak olmamak için ya da tersine, ken­dini tamamen bu oyunun büyüsü­ne kaptırdığından...

O'na bunun bir yanılsama ol­duğunu anlatmaya çalıştığımızda "Ne biliyorsunuz ki..." diyordu, "...aynı oyunu size de oynuyor­lar."

Zamanla bu "yanılsama"yı ha­yata karşı bir mevziye dönüştürdü.

Biz "dışarıda" ufalanırken, O içerde ayakta kalmayı başardı.

* * *

"Hayat Güzeldir" filmini izleyince, başroldeki çocuğu O'na benzettim.

Son yılların bu en güzel politik filmi, savaş yıllarında faşistlerce toplama kampına tıkılan bir İtalyan ailenin öyküsünü an­latıyor. Baba, oğluna kampın zulmünü hissettirmemek için herşeyi bir oyun gibi sunuyor. Oyunda toplayacağı puanlarla kazanacağı tank 'için bütün bu eziyetlere katlanması gerektiğini tel­kin ediyor.

Zavallı küçük, bu yalanı merhem yapıp sürüyor yaralarına... Puanlarla doyuruyor karnını...

Ve sonunda hayat, hayalin karşısında yenik düşüyor.

* * *

Geçen hafta, ulusça bir ateş çemberi­nin içinden geçtiğimiz günlerden bir gün, sıradan bir eve konuk olduk. Televizyon­dan odaya, vahşi bir yangının kül ettiği in­sanların görüntüleriyle geride bıraktıkları­nın feryatları taşıyordu. Konuğu olduğu­muz ailenin reisi belki bunlara dayanamadığından, belki öbür kanalda başlayan "oyun"u kaçırmamam kaygısıyla "zapladı hayatı" ve "oyun"a döndü.

Kandırılmış küçük bir çocuk gibi, öbür kanalda tutuşan hayatı unutup bize büyük hediyeyi kazandıracak puanların peşine düştük birden...

Unuttuğumuz her acı, bir puan olarak yazıldı hanemize...

En iyi oynayanlar, en az hatırlayanlar­dı.. Sonunda "tank gibi" bir arabayla ödüllendirildiler.

Kaçacak, sığınacak başka neresi vardı ki?

Hayat karşısında hayal dışında dayanağımız, düş gücü dışın­da gücümüz kalmamıştı ki...

Bize gösterilen bu rengârenk dünyanın gerçek olmadığını, ama asıl hayatın bu olduğuna inanmamızı isteyenlerin "yukarı­dan," "camın dışından" kıs kıs gülerek bizi izlediklerini, aniden perdeye sarılıp çekiversek bambaşka bir dünyayla karşılaşabile­ceğimizi bilenler vardı aramızda...

Ama bunu bilmek, sadece daha çok acı çekmeye yarıyordu.

Oysa ustalık, acıları oyuna dönüştürebilmekteydi...

Oyun gruplarına ayrılıp, unutma yarışma girdik.

Artık lotoya, totoya, ufoya inananlarımız, camiye, partiye, kahveye sığınanlarımız, güzel yarınları, ahiret gününü, beyaz at­lı prensi, mesihi, büyük ikramiyeyi bekleyenlerimiz, hepimiz ya­nılsamalara tutunarak katlanıyoruz hayata...

Bu oyunda gönüllü rol alıyoruz.

Hapishanemizin duvarlarını boyuyoruz.

"Perdelerimizi çekip" gözümüzü cama dikerek oyuna katılı­yoruz gece boyunca... Acıları unutarak puan toplamaya çalışıyo­ruz.

Puanlar tamam olduğunda ödülümüz bir tank olacak: bili­yoruz.

"Yukarıdakiler," bu kahredici hayatı, neşeli bir oyun olarak yutturmanın keyfiyle camın dışından bakıp nanik yapıyorlar.

Durumu sezsek de ses etmiyoruz.

Ses edenlerin başına gelenleri gördüğümüzden. "Hayat gü­zeldir" diyoruz ve biz de oynuyoruz.

Can Dündar

FİRARİ

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 10, 2007

FİRARİ

Sayın Başkan beyim
Bu mektubum size,
Vaktiniz elverirse
Belki okursunuz diye.

Ordudan bir emir geldi
Çarşamba akşamdan önce
Deniyor belgelerde,
Savaşa gidecekmişim.

Sayın Başkan beyim,
Hiç niyetim yok buna,
Birkaç adam vurmaya
Gelmedim ben bu dünyaya.

Şunu iyi biliniz,
Sizi kızdırmak değil derdim,
Kararımı çoktan verdim,
Firar edeceğim !

Doğduğumdan beri
Babam ağabeylerim,
Gidip, ölüp dönmediler,
Hep ağladı bebekleri.

Yalnız acı verdi anneme
Mezarına girene kadar
Şimdi yattığı yerden
Alay ettiği bombalar.

Hapisteyken bir yerlerde
Benden karımı çaldılar,
Orada ruhumu aldılar,
Bütün geçmişimle birlikte.

Ama yarın sabah erken,
Kapım kapanacak
Ölü yıllarımın üzerine,
Yollar, benimle tanışacak.

Hayatımı bir dilenci gibi
Fransa yollarında gezdireceğim
En kuzeyden, ta güneye
Ve herkese şunu diyeceğim:

"İtaat etmeyin,
Yapmayın söyleneni
Reddedin, reddedin
Savaşa gitmeyin. "

Eğer illa akacaksa kan,
Mutlaka gerekliyse bu,
Önce sizinkinden bir damla
Görelim sayın Başkan.

Ve eğer düşecekseniz peşime
Silahsız olduğumu
Söyleyin erlerinize
Ve söyleyin
İsterlerse bassınlar tetiğe.


Boriz Vian

Sizi Gidi Şirinler

yollayan tutbenidüşmeden on

forum,müzik,albümler,sohbet,siir
Bunu da mı görecektik. Bu da mı başımıza gelecekti!.. Yapı kredi’den çıkan Cogito dergisinin haberine göre, çizgi film uzmanı M. Sanntag Şirinler’in komünist olduğunu açıklamış. Sonntag’ın “Kızıl Şirin teorisi”yle Şirinlerin yaşam biçimi olarak, bir toplumsal düzen olarak komünist olduklarını söylüyor... Garp alemi uyanmış biz hala uyuyoruz. “Bu kış da komünizm gelmedi”, “Komünizm öldü” derken ve buna deli danalar gibi sevinirken komünizmle kol kola yaşıyormuşuz, nifak tohumları bağrımıza kadar sızmış da haberimiz yok!.. Olacağı buydu. Biz milletçe tek atak panik atak halinde futbolda garp alemini dize getirmeye çalışırken, Vatan toprağımıza, hatta mahrem evimize komünizm şirin bir maskeyle girmiş kol geziyor haberimiz yok!.. Hepimiz futbolla top oturup top kalkarken, başımıza gelenleri duyunca hop oturup hop kalktım... Bütün çocuklarımızın severek izlediği, sevimli ve çok masum bildiğimiz mavi şirinlerin bile komünist olduğu ortaya çıktı. Şirinler aslında çocukların beynini yıkayan kızıl! Komünistlermiş. Şirinler hep bir ağızdan söyledikleri “La ta la la la” şarkısı enternasyonal’in yerine geçiyormuş. Şirin baba kim bili yor musunuz? Evet bildiniz.. Karl Marx... forum,müzik,albümler,sohbet,siir
Şirine de, Roza Lüksenburg... işin vahim tarafı Marx’ın Komünist Manifestosu’nun asıl adı “Kızıl Şirinler Manifestosu”imiş. Herkesin refahını düşünen, komünlerde yaşayan şirinler komünistleri temsil eder de, kapitalistlerin temsilcisi olmaz mı!.. Sonntag’a göre; Şato’da oturan, zenginlik peşin de koşan acımasız Gargamel’de kapitalist!..
forum,müzik,albümler,sohbet,siir
Vay anam, vay babam, vay ceddim.. Bunu da mı görecektik?.. Demek ki yıllardır “tüyü bitmiş kıllara” komünizmi aşılayamayacaklarını anlamışlar. Onun için “tüyü bitmemiş” çocuklarımıza çizgi film yoluyla komünizmi aşılamaya çalışıyorlar. Şirinler aracılığıyla şipşirin çocuklarımız elden gidiyor. Bu kızılca kıyametin ta kendisi...
“Ey Türk titre ve kendine gel” artık her tarafı komünist sarmış. Kundaktaki bebeler bile potansiyel şirin komün. “Her kesin malı ortak” diyerek baklava, güvercin çalan çocukları, İz mirli, Manisa’lı gençlerin arkasındaki güç mavi görünümlü kızıl şirinlerdi. Ya sokak çocukları Gurup komün halinde yaşamaları komünizm özentisinden başka bir şey değildir. Yarın öbür gün ana okulundaki beslenme çantalarındaki yiyeceklerini paylaşıp komünizme özenirlerse vebali hepimizindir. Bu vesileyle başta medyamız ve devlet erkanı olmak üze re herkesi göreve çağırıyorum. Bu komünist cereyanlara tez son veriler, çocuklarımıza Hacivat-Karagöz izlettirile, şirinlerden etkilenen çocuklar ise takibata uğratıla. Bu vatan kurtula...
Ahmet GOLÜM

Günün İlk Işığı

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 09, 2007

"http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/07/07/00042633.jpg" grafik dosyası hatalı olduğu için gösterilemiyor.

Günün İlk Işığı

Günün ilk ışığı vurunca dağlara
Soluğun alırım rüzgarlardan
Açarım kanatlarım buğulu bir mavzerden
Dolu dizgin gözlerine

Günün ilk ışığı vurunca tenime
Sıcağın alırım başaklardan
Kömürlü ellerim uzanır göçüklerden
Dolu dizgin özgürlüğe

Günün ilk ışığı vurur koyaklara
Haberin alırım yoldaşlardan
Al bir pınar olmuş gülbahçe bedenin
Gülümser sevdamıza

ne diyorlar?

yollayan tutbenidüşmeden on

ne diyorlar?


George W. Bush
Türkiye bizim her zaman dostumuz
olan bir ülkedir. Hep onurlu ve bizimle eşit
olmak istemiştir, bunu biliyoruz. Çıkarlarımız
her şey demek değil. Dünya barışının sürekliliği
için Türkiye'yi de diğer yoksul ülkeleri de
dostça selamlıyoruz. Bu yolda tum birikimimizi
kullanmak zorundayız. Türkiye bizim kö-
tu ve iyi günde müttefikimizdi, bir nevi ai-
lemizdir.
Tayyip Erdoğan
Koltuğumda biraz daha oturmak için
kimseden istekte bulunmam. Demokrasi için
ne gerekirse yaparım çünkü hırstan
arınmak zorundayız .Çağdaş uygarlık yolunda
coşmuş bir insanım. Bensiz bir Türkiye
de pekala güzel yönetilebilir. Bunun aksini
düşünemiyorum. Kendim için bir şey
istiyorsam namerdim. Tersi olsaydı derdim ki;
istiyorum. Hem de cumhurbaşkanlığını...
Devlet Bahçeli
Bizim amacımız bu yoksul halkın
şikayetlerini dinlemek ve çözmektir. Asla
şovenizm duygularını kabartmak
davası gütmeyiz. Kardeş kavgasını körüklemek
ve bu yolda kadrolaşmayı sağlamak-
tan kaçınırız. Hedefimiz umut aşılamak-
tır. Bize faşist diyerek saldıranların
haksızlık ettiğini düşünüyoruz. Onların siyasal
hayatı bitecek!
Deniz Baykal
Benim solcu bir politikacı olduğuma
kuşku duyulamaz. Yolumdan döndüğüme
hala inananlar varsa, onların akıllarına
hayret ederim. Her kesimden sabit fikirlilere
şaşarım. Asıl olan her zaman ve her konuda
halkın isteğidir. Sağcıların kıblesi ise hep
Amerika Birleşik Devletleri’dir. Ben de
halkım için varım ve tüm hizmetlerimle
onların bir memuru olmaktan kıvançlıyım !
Erkan Mumcu
Benim dürüst parti lideri imajım
her şeyden önemlidir. Ben başka liderler gibi
halkı kandırmak amacıyla tasarlanmış
oyunlara girmem. Bu benim için sıkınılacak
bir görünümdür. Ekonomiyle ve borsayla
görevim gerektiği kadar ilgiliyim. Halkımla
içli dışlıyım ve bu ilişkilerim sayesinde
toplumda değerli bir yerim var. Sanılmasın ki
yakın çevremi ihya ederim...

Yazıyı bir de birer satır atlayarak okuyun...

En tehlikeli sınır

yollayan tutbenidüşmeden on

Tutsak düşebilir insan ...Paslı bir pencere ,yarım karış gökyüzü ve nem kokan hücrede de kalabilir ....






























Sınırların soğukluğu yakabilir yüreğini ....

















Sınırlar aşılır , bedendende ötedir özgürlük unutma....




















Ama en tehlikeli sınırlar insanın beyninde açan sınırlardır...
Click here to see a large version














"Bağışlanmış bir özgürlük ,ancak kölelik kadar değerlidir..."
"Sınırları"aşın......

__________________

haydi kızlar dilenmeye

yollayan tutbenidüşmeden on

http://www.diclehaber.com/photo/eski/10.jpg

Japonlar ve Türkler

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 06, 2007

Buradan Uzaklara

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 05, 2007

Buradan Uzaklara
İki bilet istemiştin ortalardan Sen almışsın uçurumun kenarından Ücretsiz izinlerdeyim taa başından Bir kere sevmek zor değil Can tenden geçmeden
Söyleş bakalım 3 günlük ömrünle, Herkes memnun kendinden öyle ya da böyle Ne testler çözdük biz Ne yanlışlar bulduk Ne özetler okuduk da Ne çokdan seçildik

Bu yalnızlar liginde hersene üstüste Şampiyon olmuşuz da Kupalara doymuşuz da Üstelik tanışmışız da Bir kadıköy akşamında Gidebilirmiyiz dersin Buradan uzaklara Buradan uzaklara

İş sahibi olursun, Bir sevgili bulursun Ana haber Sana yeter Günün birinde Bir mucize beklersin sessiz evlerde Törpülenir cesaretler zamanın içinde

Evini kolay buldum Yolda sordum Vezirleri harcamışlar Şahlarla mat oldum Ne testler çözdük biz Ne yanlışlar bulduk Ne özetler okuduk da Ne çokdan seçildik

Bu yalnızlar liginde hersene üstüste Şampiyon olmuşuz da Kupalara doymuşuz da Üstelik tanışmışız da Bir kadıköy akşamında Gidebilirmiyiz dersin Buradan uzaklara Buradan uzaklara

NO ÇI HALO

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 03, 2007



gülüm söyle bu ne haldir
aman aman bu ne haldir


Eman eman no çi halo?

Eman eman no çi halo?

No çi halo?

'Çocukça' kalın!

yollayan tutbenidüşmeden on Haziran 02, 2007

Saf-ü râkit.. Hani akş.mki tegayyür, heyecan? Bir çocuk ruhu kadar pür-nisyân, Bir çocuk ruhu kadar şimdi münevver, lekesiz Uyuyor mâi deniz. ... ( 'Mâi Deniz' / Tevfik Fikret )
- 'O', 80'lerin gemi azıya almış Margaret Theatcher'lı 'demir' yumruğu altında inleyen Büyük Britanyasının; dar görüşlü ailesine inat, inandığı ideallerin peşinde koşan bale müptelası küçük ''Billy''i... ('Billy Elliot' / Stephen Daldry.)
- 'O', 1930'ların muhafazakâr İrlandası'nda k.t kanaat geçinen bir ailenin bahtsız çocuğu; O, küçüc.k yaşında hayatın sillesini yemiş, katolik / protestan ayrımı özelinden ruhi bir örselenme yaş.mış küçük ''McCourt''. ('Angela's Ashes' -Angela'nın Külleri- / Alan Parker.)
- 'O', küçüc.k yaşında esir k.mplarıyla, tel örgülerle ve 'sorti'lerle tanışmış; savaş denen musibeti iliklerine dek yaş.mış ve şimdilerin C.Bale'si minik ''J.mie''miz..('Empire of the Sun' / Steven Spielberg.)
- 'O', Belarus köylerinin maruz kaldığı acımasız Nazi dehşetine üst perdeden tanık olmuş; O, sonlara doğru partizanların safına katılırken gördüğümüz; O, uçsuz bucaksız ormanda işitme kaybı yaşadığı sahneyle izleyenleri çok etkilemiş; O, tüm z.manların belki de en sert aj.tasyonunun ''Floria''sı..('İdi I Smotri' -Gel ve Gör- / Elem Klimov.)
- 'O', 1800'lerin koyu püriten Victoria İngilteresi'nin 'Workhouse'larından soğuk ve hoyrat Londra sokaklarına; oradan simsarların eline düşen, akabinde cömert bir ihtiyarın şefkatli ellerinde reha bulan küçük ''Oliver''i... ('Oliver Twist' / David Lean & Roman Polanski.)
- 'O', iki yetişkin tarafından zombilerin mesken tuttuğu bir evi soymaya zorlanan, bu büyük malikânenin ps.kopat ev sahibi çifti ile gün boyu tehlikeli bir kedi-fare oyununa tutuşan küçük, hırçın ve maharetli ''Budala''mız. ('People Under the Stairs' -Merdiven Altındakiler- / Wes Craven.)
- 'O', şeytanın oğlu; O, telekinetik bir ölüm makinesi; O, dünyadaki kötülüklerin müsebbibi; O, meşum 666 ''D.mien''imiz..('The Omen' / Richard Donner.)
- 'O', dönemin modası olan fantastik bir öyküdeki oyunculuğuyla henüz 10 yaşında akademi ödülü ile tanışma payesine erişmiş; O, Love Story'in genç kahr.manının kızı olarak ün yapmış çocuk; O, ''Tatum O'Neal''.. ('Paper Moon' / Peter Bogdanovich.)
- 'O', minicik yaşında Stalingradları, Auschw.tzleri görmüş; O, yaşından beklenmeyecek cesaretle düşman cephesine sızarak espinoyaj faaliyetlerine kalkışmış; O, savaşın ne menem birşey olduğunu gözler önüne seren içsel yolculuğuna kendisiyle beraber eşlik ettiğimiz kahr.man ''İvan''ımız.. ('İvan's Childshood' / Andrei Tarkovsky.)
- 'O', filmlerin naif ve ışıltılı neonları ile örülü imgesel bir dünyanın mensubu; O, aksiyon sineması kahr.manı bir polisi canlandıran bay vücut Schwazzeneger ile beraber kötülere savaş açan küçük, sevimli ve hayalperest ''Danny''..('Son Kahr.man' / John Mctıernan.)
- 'O', bir Günter Grass uyarl.masının başkahr.manına hayat veriyor; O, yetişkin olgunluğunda bir çocuk; O, Dantzig Almanyası'nı bizlere 'pikaresk' vecheile sunan bir destanın meşhur ''Oscar''ı..('Teneke Trampet' / Volk.r Schlondörf.)
- 'O', ölü insanların hayaletleriyle konuştuğunu iddia eden, parapsikolojik yeteneklerle donatılmış küçük ''Cole''.. ('The Sixth Sense' / M. Night Shy.malan.)
- 'O', Yeni Dalga akımı ile özdeşleşmiş bir filmin 'okulu kıran' çocuğu; O, dönemin asi gençliğinin bir nevi prototipi; O, aslında hepimizden bir parça değil mi?; O, ''Antoine''.. ('400 Darbe' / François Truffaut.)
- 'O', civcivli bir kış günü okul çıkışı karşılaştığı karş.t cinsi ile tensel ve platonik bir yakınlaşmaya tevessül eden çocuk; O, 'aşkın yaşı yoktur' aforizmasının somut nişanesi adeta; O, büyümüş de küçülmüş ''Otto''muz.. ('Kutup Çizgisi Aşıkları' / Julio Medem.)
- 'O', küçüc.k yaşında onlarla ifade edilen sayıda filmde rol almış; O, çocuk oyuncular furyasında bir milat; O, sinemaya ansızın veda edip pol.tikaya gövdeden dalarak herkesi şaşırtmış; O, Zeynep Değirmencioğlulu filmlere de esin kaynağı teşkil etmiş siyah-beyaz yılların altın saçlı ''Küçük Prenses''i Shirley Temple..('The L.ttle Princess'.)
- 'O', 1940'lar Adana'sının yoksul bir gecekondu mahallesinde k.t kanaat geçinen bir ailenin sinema salonlarında meşrubat satan talebe çocuğu; O, masum, saf, temiz kalpli küçük ''Muzo''muz..('Zıkkımın Kökü' / Memduh Ün.)
- 'O', firaklı II.Dünya Savaşı etkilerinin ve İnönü istibdatının olanca hissedildiği 1940'lar İstanbulu'nda, ahşap bir konakta yaşayan ve her biri farklı tellerden çalan bir yığın sakini gözlerinden müşahade ettiğimiz hınzır ''bacaksız''ımız:) ('Piano Piano Bacaksız' / Tunç Başaran.)
- 'O'nlar, büyük şehre göç etmek zorunda kalan iki kardeş; O'nlar, 'Böcek'li ve 'Falconetti'li varoşların asi çocukları; O'nlar biçareliğin ve sefaletin girdabındaki ''Yusuf'' ile ''Kenan''.. ('Yusuf ile Kenan' / Ömer Kavur.)
- 'O', sıradan, küçük yaş.mların hayhuyu içinde günlerini deviren; O, en büyük düşü renkli bir televizyon olan; O, lösemi belasına kurban giderek finalde hepimizi gözyaşlarına boğan talihsiz ''Kahr.man''ımız..('Canım Kardeşim' / Ert.m Eğilmez.)
- 'O', yıllar geçse de unutulmayacak bir filmin aynı şekilde unutulmayacak karakteri; O, demir parmaklıklar ardından bize el sallıyor; O, enikonu anlay.madığı bir dünyada hayata gözlerini açmış; O, özgürlük mefhumunu semada, uçurtmada bulmuş; O, düny.mızın bugünlerde en çok ihtiyaç duyduğu şeyin adını taşıyor; O, minik ''Barış''ımız.. ('Uçurtmayı Vurmasınlar' / Tunç Başaran.) ...
'Çocukça' kalın!