Elif

yollayan tutbenidüşmeden on Ağustos 31, 2007

"http://img129.imageshack.us/img129/8141/elifdj7.jpg" grafik dosyası hatalı olduğu için gösterilemiyor.
bir gecekondu yıkımında...

AMİK OVASI

yollayan tutbenidüşmeden on Ağustos 30, 2007

img505/5739/amik4ow6.jpg

kemal vural tarhan
AMİK OVASIDA ÇALIŞAN MEVSİMLİK İŞÇİLER...
ÖLÜM TAŞIYAN ARAÇLARLA YOLLARA ÇIKIP, ULAŞABİLİRLERSE EĞER, YOKSULLUĞA KONARLAR...
KADIN-ERKEK, ÇOLUK-ÇOCUK TARLALARDA IRGAT OLURLAR...
AYLARCA ÇADIRLARDA YAŞAR...
EKMEK DERDİYLE YAŞARLAR...

Barış nasıl gelecek?

yollayan tutbenidüşmeden on

"http://www.ttb.org.tr/TD/TD138/10.jpg" grafik dosyası hatalı olduğu için gösterilemiyor.

Hazırlayanlar: Elif Görgü / Ali Rıza Kılınç
Hoşça kal savaş merhaba barış!

1 Eylül Dünya Barış Günü’ne iki gün kaldı. 68 yıl önce (1 Eylül 1939), Nazilerin Polonya’yı işgal etmesiyle, insanlık tarihinin en kanlı savaşı, 2. Dünya Savaşı başladı. 52 milyon insanın yaşamını yitirdiği ve milyonlarca insanın yaralandığı karanlık dönem, Sovyetler’in, Nazileri yenmesiyle 1945’te sona erdi. İnsanlık tarihinin en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edildi.
Ne yazık ki insanlığın barış özlemi devam ediyor. Çünkü başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok yerinde savaşlar devam ediyor. Her gün yüzlerce erkek, kadın, çocuk, genç yaşamını yitiriyor.
Ülkemizde de durum farklı değil. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kürtlerin inkar edilmesi, insani, kimlik ve kültürel haklarının tanınmaması nedeniyle bölgede başlayan çatışmalar durmadan devam ediyor. Savaşın olduğu yerde barış arayışı elbette bitmeyecek. “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı”nda kararlaştırılan Türkiye Barış Meclis’i, 1 Eylül Dünya Barış Günü Ankara’da toplanıyor. Aydınların, yazarların, sanatçıların, sendikacıların, akademisyenlerin ve daha birçok çevreden barış güçlerinin katılacağı toplantıda, barışa giden yol masaya yatırılacak.
Savaşın mağdurları, bölge milletvekilleri ve barışseverlerle, barışın önündeki engelleri konuştuk. Kürtlerin kimlik ve kültürel hakları tanınmadan, operasyon ve çatışmalar bitmeden, koruculuk kaldırılmadan, köye geri dönüşler sağlanmadan ve mayınlar temizlenmeden barış mümkün mü?

Çağırırım halkları, ardımdan gelsinler
Her yerde zafere ulaşan halkları.
Erkekler, kadınlar, çocuklar gelin!
Hepiniz yaşamak istersiniz diye
Ey beyazlar, karalar, sarılar
Söylerim barış türküsünü…
(Nezval)
Yusuf Karadaş

İnsan toplulukları arasında eşitsizliklerin, sınıfsal ayrışmaların ortaya çıkmaya başladığı çağlardan bugüne savaş, bu eşitsizliklerin ortaya çıkmasının, korunup geliştirilmesinin temel araçlarından biri oldu. Mülkiyet ve egemenliğin bir aracı olması nedeniyle savaş, ilk sınıflı toplumların dini olan mitolojilerde, insanı (efendileri) yücelten bir değer olarak görülmüştür. Egemenlerin kutsal değerler yükledikleri savaşlardan paylarına hep ölüm, göç, sömürü ve açlık düşen emekçi sınıflar ve ezilen halklar ise, binlerce yıldır savaşların, sömürünün olmadığı bir dünyanın özlemiyle yaşamakta; barış için mücadele etmektedir…
Barışın, savaş ve sömürünün pençesindeki emekçi sınıflar ve ezilen halklar için insanca yaşayabilecekleri bir dünya talebinin ifadesi olarak anlam kazanmaktadır. Emperyalist kapitalist güçler, geniş emekçi yığınları kendi gerici politikalarına yedeklemek için barış talebini sahiplendikleri, dünyanın dört bir tarafında barış için at koşturdukları yalanına sarılmışlardır. 1990’lı yılların başında ilan edilen ‘tek kutuplu dünya’nın ve ‘yeni dünya düzeni’nin (YDD) ideologları, YDD’yi dünyanın her tarafına barış ve refah götürecek bir düzen olarak tarif ediyorlardı. Oysa çok geçmeden bu düzenin emperyalist güçler arasındaki mücadele tarafından belirlenen çok kutuplu ve dünyanın emperyalist mücadele ve kapışmalara sahne olan birçok bölgesinde yaşanan yerel/bölgesel çatışmalar üzerinde şekillenen bir ‘savaş düzeni’ olduğu anlaşıldı. Zaten, 2001 11 Eylül saldırılarından sonra Bushçu gericilik tarafından ‘yeni dönem’, temsilciliğini ABD’nin yaptığı Batı uygarlığının, gerici Doğu’ya karşı bir ‘haçlı savaşı’ dönemi olarak ilan edildi; savaş, ‘tanrı buyruğu’ olarak kutsandı. Afganistan ve Irak işgal edildi. Kötülüğün kaynağı olarak gösterilen (ama ne hikmetse, aynı zamanda dünyanın en büyük petrol kaynaklarına sahip olması nedeniyle stratejik önemi bulunan) Ortadoğu, emperyalist savaş ve müdahalelerin merkezine konuldu.
Afganistan ve Irak işgalleri, bölgenin yıllardır çözüm bekleyen iki sorunu olan Filistin ve Kürt sorunu, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ile İran, Suriye gibi hedef haline getirilen ülkeler, Lübnan’daki mücadele ve çatışmalar… Bugün savaşla iç içe yaşamak zorunda bırakılan, her gün yüzlerce evladını çatışmalarda yitiren Ortadoğu halkları için barış, ekmek gibi, su gibi yaşamsal bir ihtiyaç. Ve barış; halkların demokratik bir temelde eşit ve kardeşçe yaşaması, emperyalizm ve işbirlikçilerinin yenilgiye uğratılması, bölgeden kovulması mücadelesi ile iç içe geçmiş durumdadır.
1 Eylül’ün anlamı
Bugün, Kürt sorununun çözümü sadece ülkede değil, bütün bölgede barış ve istikrarın sağlanması bakımından öncelik taşıyan sorunlar arasında yer alıyor. Ama savaş politikalarından beslenen ırkçı şoven güçler, bir yandan Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu gibi kafatasçıları aracılığıyla inkarcı söylemlerde ısrar ediyor; öte yandan Kürt halkının ulusal demokratik istemleri karşısında baskı ve şiddet politikalarını uyguluyor. “Ne Mutlu Türküm Diyene” demeyen herkes düşman ilan ediliyor, ilan edilen ateşkesler ve barış talebi operasyonlarla yanıtlanıyor. Bu çatışmalardan Kürt ve Türk halklarının payına göç, açlık, işsizlik; gençlerin payına ise ölüm düşüyor.
1 Eylül Dünya Barış Günü, 2. Emperyalist Savaş’tan sonra, yıllarca halkların faşizme karşı zaferini sembolize eden bir gün olarak kutlandı. Emperyalist haydudun bütün dünya halklarını “ya bendensin, ya da düşmanım ve hedefimsin” diyerek tehdit ettiği günümüzde ise 1 Eylül, faşizmin ve her türlü kötülüğün kaynağı olan emperyalist kapitalist barbarlığa karşı mücadele günü olarak anlam kazanmaktadır. Bugün, emekçi sınıflara ve ezilen halklara savaşı, sömürüyü dayatan emperyalizm ve işbirlikçileri karşısında barış talebi, işçi sınıfı ve ezilen halkların bir özlemi ve ancak, bu güçlerin birleşik mücadelesiyle kazanılabilecek bir talep olarak anlam kazanmaktadır.

Nuri Bilge Ceylan (EARLY PHOTOGRAPHS 1)

yollayan tutbenidüşmeden on Ağustos 29, 2007

Nude on the log, 1989
Paper size : 61x91cm. (24x36")
Image size : 51x58cm. (20x23")
archival pigment ink on cotton rag paper
edition of 10 + 1 AP

Nude by the sea, 1989
Paper size : 61x91cm. (24x36")
Image size : 51x63cm. (20x25")
archival pigment ink on cotton rag paper
edition of 10 + 1 AP

Girl on the seaside, 1989
Paper size : 61x91cm. (24x36")
Image size : 54x68cm. (21x27")
archival pigment ink on cotton rag paper
edition of 10 + 1 AP

Nude on the beach, 1989
Paper size : 61x91cm. (24x36")
Image size : 51x62cm. (20x25")
archival pigment ink on cotton rag paper
edition of 10 + 1 AP

Nude on the rock, 1989
Paper size : 61x91cm. (24x36")
Image size : 51x63cm. (18x25")
archival pigment ink on cotton rag paper
edition of 10 + 1 AP

Lovers
Paper size : 61x91cm. (24x36")
Image size : 51x63cm. (18x25")
archival pigment ink on cotton rag paper
edition of 10 + 1 AP

LUDİNGİRRA

yollayan tutbenidüşmeden on

Sümerli Ludingirra

http://www.komunarca.org/img/c3.jpg

ibrahim Zengül

Geçmişe dönük bilimkurgu olarak adlandırılan bu kitap insanı tarihin derinliklerinde bir yolculuğa çıkarıyor. 23 tablete yazılmış bu eser Sümerliler döneminde bir şair, yazar ve öğretmen olan Ludingirra’nın hayatını anlatır. Aslında yaşamını anlatırken bize o dönem hakkında çok sayıda bilgiler verir.

Sümerlilerin Akad himayesi altına girmesi ile kendi milletinin kültürel olarak yok olmasına göz yumamayan Ludingirra yaşam öyküsünü anlatıp kendinden sonra gelecekleri bilgilendirmek istemiştir. Arkalarında bıraktıkları binlerce belge sayesinde onları halen tanıyoruz.

Bu amaçlarla eserini yazan Ludingirra (eserinin bitip bitmediği kesin değildir) Sümer devletinin her konuda çevre uygarlıklara göre ne kadar gelişmiş bir yapıda olduğunu gözler önüne sermiş. Doğup büyüdüğü şehir olan Nippur’dan, tapınaklarından, yollarından, akarsularından, ailesinden, acılarından, öğretmenlik ve öğrencilik yıllarından, ulusunun destanlarından, bayramlarından, şiirlerinden, masallarından, atasözlerinden, şarkılarından, savaşlarından bahsetmiştir. Adalet, temizlik, saygı ve sevgi gibi kavramların o döneme göre çağının ilerisinde olduğunu söylemek abartı olmaz. Gerçekten de şimdi bile insanı şaşırtan derece olduğunu söyleyebiliriz. Örnek verecek olursak evlerine girerken mutlaka ayaklarını yıkamaları, Ludingirra’nın bir insan öldürülünce çok şaşırması, anneye duyulan sevgi, kız babasının başlık parası istemesi ilkel görmeleri vb. (bunun yanında kölelik sisteminin görülmesi biraz çelişkili) Aslında bunlar çok normal gelebilir ama bundan 4000 yıl öncesinde olanlar bunlar. Ulusunun öykülerini yazarken gerek eski krallarının gerekse Tanrılarının hakkındaki yazılan veya daha çok duyulan hikayelere ve inanışlarda mantığın el vermediği şeyleri eleştirebilmiş. O dönemde görülen düşünce özgürlüğünün ne denli gelişmiş bir yapıda olduğu da gözden kaçmamaktadır.

Ludingirra’nın öğretmenlik yıllarında Akad dilini Sümerli çocuklara öğretmek zorunda idi. Bu onun için oldukça zor olmuştur. Kendi dilini yok etmeye yönelik bir politika olduğunu bildiği için bu. Babası Nanna ise Akadca bildiği halde evde konuşmaz ve konuşturmaz bu dili.

Ludingirra’nın yaşadığı yer aslında onun bu yapıtı oluşturmasında önemli rol oynar. Ludingirra okumayı sevdiğini ve bunları anlatmaktan zevk duyduğunu dile getirir. Bilginlerin ve okumuşların bir arada bulunduğu bir mahallede otururlar. Babası Nanna her türlü sözleşmeleri hazırlayıp yazma işini yapar. Ve bunları saklar. Bunlar son derece önemlidir. Örneğin yazılı hukuk kuralları olan bu devlette her şey yazılı bir belge ile kanıtlanırsa geçerli imiş.

Yazdıkların saklama bir geleneğe dönüşmüştür. Özellikle işgal altında iken. Çünkü her savaş çıktığında düşman ilk önce saraylarda ve tapınaklarda bulunan tabletleri kırarmış. Amaçladıkları ise işgal altındaki halkın geçmişlerini unutup benliklerini yitirmeleriymiş. Ve bunu önlemek içindir belki de Sümerliler belgelerinin kopyalarını kentlerdeki başka kitaplıklara göndermişler.

Aslında Ludingirra amacına ulaşmıştır. Kendinden sonraki gençlere daha sonra da gelecek kuşaklara bu durumu anlatmak, kendilerini anlatmak istemiştir. Ve başarmıştır da. Annesine yazdığı şiir bile ölümünden sonraki 500 boyunca kopyalanarak farklı devletlerde ders konusu olarak okutulmuştur. Ve biz şimdi böyle bir medeniyeti daha yakından tanıyoruz.

Meslektaşı Kubaba Ludingirra ile sohbeti içinde söylediği bu tümceler onları ve Sümer Uygarlığını daha yakından tanımak için iyi bir olanak teşkil eder; ‘’Bilirsin bizim için en değerli olan bilgi. Onu bulduğumuzda mutluluğumuza son yoktur’’ .

Mutluluk

yollayan tutbenidüşmeden on Ağustos 28, 2007

img175/7519/mutlulukxd5.jpg

Kemal Vural Tarlan

İçimizdeki İskoçlar

yollayan tutbenidüşmeden on


Ali Murat Hamarat in Verkac.org ta yayinlanan yazisi
Bu yazıyı yazmak farz oldu. Hayır bir süredir yaz-boza çevirdiğim bu yazıyı, en sonunda bana yazdıran Kenny Miller oldu! Evet, dün Şampiyonlar Ligi özetlerini seyrederken, bir manada yazı tura attım içimde ve bir yazıyı tek bir gole bağladım. O adamdan iki gol gelince de…

Celtic’in forveti Kenny Miller’dan bahsediyorum. Bu çocuk, önce eski takımının ağlarını havalandırdı, ardından Şampiyonlar Ligi maçlarında Kopenhag ile Benfica’nın. İskoç millî takımında da forma giyen bu arkadaşın önemi ne peki? Miller, bir Protestan. Bir Protestan olarak Katoliklerin formasını giyiyor ve attıklarıyla Katolikleri güldürüyor. Peki bu bir ilk mi? Bu soru üzerinden sayfaları aralayıp meşru mezhep savaşına bakalım.

Futbol tarihinin en önemli rekabetlerinden biri olarak gösterilir Celtic- Rangers rekabeti. Ulusalcı Katoliklerin takımı Celtic ile Kraliyet taraftarı Protestan Rangers. Rangers açısından bakınca, çok net konuşulabilir aslında. Kulübün bir politikası vardır ve asla Katolikler kulüp için oynayamaz denir. Kırılma Mo Johnston ile başlamıştır. Aslında biraz sayfaların üzerindeki tozu kaldırınca, Rangers kadrosunda bulunmuş birçok Katolik olduğu da görülecektir. Rangers camiasında İkinci Dünya Savaşı’na kadar, bugün sadece isimlerden ibaret olan otuzdan fazla Katolik olduğunu öğreniyoruz çeşitli kaynaklardan.
http://www.swindonshamrockscsc.co.uk/celtic-images/celtic-glasgow-bhoys-badge-4900861.jpg
Rangers’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk Katolik ise Mo Johnston idi. Hiç sevilmedi Rangers taraftarı tarafından. Atkılar yakıldı, publarda pankartlar asıldı. Oysa ki o bir kapıyı ağzına kadar aralayan olmuştu. 1998-1999 yılını şampiyon kapatan Rangers’ın kaptanı İtalyan Amoruso iken, bir manada şampiyonu belli eden derbi maçında Katolik Celtic’e iki gol atan McCann de Katolikti. Rangers’da sonradan forma giyen İtalyanlar, Arjantinliler’in yedikleri ekmekleri Johnston’a borçlu oldukları iddia edilebilir. Tabii bunda değişen zamanın ve sponsorların ricalarının da rol oynadığını söylemek de fayda var. Ancak yine de Johnston’ın altını çizelim.

Celtic’e gelince. Aslında onların katı bir duruşunun olmadığını gözlemleyebiliriz. O yüzden Miller’ın attığı gollere o kadar da şaşırmamalı. Bu arada Miller bir ara Rangers forması giymişti bıyıkları yeni terlediğinde ya neyse. Oralara çok takılmamalı. Mo Johnston da her iki takımın formasını giydi, Alfie Conn Jr. da.

Alfie Conn Jr., 1972’de Rangers ile Kupa Galipleri Kupası’nı kaldırmış ve hatta ertesi sene oynanan İskoçya Kupası finalinde Celtic ağlarını havalandırarak Rangers’a kupa kazandırmıştı. Babası da futbolcuyduysa da, sadece Hearts’da oynadığından mıdır bilinmez unutuldu zamanla. Bu yetenekli futbolcuyu kadrosunda görmek isteyen Jock Stein tarafından camiaya kazandırılan Junior bu sefer de 1977’de Celtic formasıyla Rangers’a karşı kupayı kazanmıştı.

Celtic’in daha farklı olduğunu söylemiştik. Zaten bunun esbab-ı mucibesini anmışken, değinmemek olmaz. Alfie’yi Celtic’e kazandıran İskoçya tarihinin gelmiş geçmiş en iyi teknik adamı olan Jock Stein’dan bahsediyorum tabii ki de. Şimdi gençler Ferguson diyecek, eskiler Shankly ile Busby arasında gidecekler. Fazla yorulmayalım, adamlar Stein’ı seçmişler, diğerlerini değil; sahnede can veren, Katolikleri ayağa kaldıran Protestan’ı!

Galler’de amatör futbol oynarken, karısı ve kızının özlemine dayanamayıp İskoçya’ya dönen Stein, Celtic yedeklerini çalıştıran Gribben’ın tavsiyesi ile Celtic’e transfer edilir. Bir bir sakatlanan as oyuncular, formasına kavuşmasını sağlar. Kader ağlarını örmüştür adeta. Yaşına hürmetten takımın ikinci kaptanı yapılan isim, kaptan Sean Fallon’un sakatlığını müteakip kaptanı olur Katoliklerin. Dört sene daha kaptanlık yapıp jübilesini yapan Stein, Dunfermline, Hibernian derken kaptanı olduğu camianın başına geçer ve tarih yazar.

Stein daha sonraları, Glasgow’un içinden bulduğu gençlerle sistemini kurup 1967 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası finalini kazanmıştı Lizbon’da, hem de sadece Glasgowlularla. Herrera’nın Inter’i, Stein’ın Celtic’ine boyun eğerken, İskoçlara kupayı getiren goller Tommy Gemmell ile Stevie Chlamers’dan gelmişti. Adanın kulüpler düzeyinde Avrupa’ya kendini nihayet ispatladığı ilk maçı İskoçlar alırken, ertesi sene bu sefer bir İngiliz, Manchester United, yine bir İskoç’un idaresinde yine aynı kupayı kazanmıştı.

Celtic’e dokuzu üst üste olmak üzere tam on şampiyonluk, beşi üst üste olmak üzere altı İskoçya Kupası, sekiz İskoçya Lig Kupası kazandıran isim, İskoçya millî takımını iki dünya kupasına sokan adam olarak da bilinir. İskoçya’nın teknik direktörü 1982 İspanya Dünya Kupası’nı görmekle birlikte 1986 Meksika Dünya Kupası’na gidememişti zira dünya kupasına katılmayı garantiledikleri Galler maçının sonunda kalp krizinden ölmüştü. Ülkeyi dünya kupasına götürmek yardımcısına nasip olmuştu; bugün Sir ünvanı olan Alex Ferguson’a.

Bugün bakıldığında mezhep meselesi biraz çözülmüş gibi duruyor. En azından oyuncuların yeteneklerine bakılıyor transferler yapılırken, mezheplerine değil. Lakin Celtic’in Polonyalı kalecisi Artur Boruc’un Rangers maçında çıkardığı haç nedeniyle gördüğü sarı kart, aslında durumun yine de çözümsüz olduğunu gösteriyor. Birçok spor karşılaşmasında sıkça rastladığımız istavroz çıkarmak, duruma göre İskoçya’da sarı kart görme sebebi olabiliyor. Hatta bazı hallerde polis tarafından soruşturma bile başlatılıyor istavroz çıkaranlar hakkında.

Eskisi gibi olmasa da, tarih boyunca var olacak Celtic-Rangers rekabeti. Bundan 35 sene evvel oynanan ve 66 kişinin ezilerek can verdiği maçtan sonra ölenlerin ailelerine yardım için yaptıkları maç dışında hep savaşmış olan bu takımlar bakalım bir gün mezheplerinden arınabilecekler mi? Hayır, öyleyse renklerini bile değiştirmeleri gerekiyor. Olmadı elin Polonyalısı’nı haç çıkardı diye içeri almamaları gerekiyor.

Elbette, böylesine güçlü bir gerilime yaslanan Celtic-Rangers rekabetini ağzımız sulanarak izliyoruz yıllardır ama; futbolcunun mezhebinden çok yeteneğinin ve adamlığının dikkate alındığı yukarıdaki örneklerin birer istisna olmaktan çıkması da fena olmaz hani.

Tarihin ilk ilaç formülleri kitabı

yollayan tutbenidüşmeden on Ağustos 27, 2007


İ.Ö üçüncü bin yılın sonlarına doğru yaşamış olan isimsiz bir Sümerli hekim, meslektaşları ve öğrencileri için en değerli tıbbi reçetelerini bir araya getirip kaydetmeye karar verdi. Islak topraktan 16 cm uzunluğunda 9,5 cm genişliğinde bir tablet hazırladı, kamış kalemin ucunu eğik biçimde yonttu ve zamanın yazısıyla gözde ilaçlarının bir düzinesini tablete kaydetti. İnsanlığını bilinen en eski tıp "el kitabı" olan bu belge, bir Amerikan kazı ekibince ortaya çıkarılıp Philadelphia Üniversite Müzesi'ne götürülünceye değin dört bin yılı aşkın süre Nippur kalıntıları altında gömülü kalmıştır.
Bu tabletin varlığını, Üniversite Müzesi'nin Babil Bölümünde benden önce çalışmış olan Dr. Leon Legrain'in bir yayınından öğrendim; Üniversite Müzesi'nin 1940 Bülteni'inde "Nippur'da Eski Eczacılık" başlığıyla çıkan makalede, metnin bir kısım içeriğini büyük bir cesaretle çevirme girişiminde bulunmuştu. Ancak bunun tek başına çivi yazısı uzmanını aşan bir iş olduğu açıktı. Yazıt öyle teknik ve özel terimlerle yazılmıştı ki, bir bilim tarihçisinin, özellikle kimya alanında eğitim görmüş birinin işbirliğini gerektiriyordu. Üniversite müzesi tablet bölümünün başına geçtikten sonra, özlemle, sıkı sık bu tıp tabletinin bulunduğu dolaba gider ve incelemek üzere masama getirirdim. Birçok defalar çevirisini yapmaya uğraştım. Neyse ki sonuna kadar dayandım. Uygun anı kollayarak, onu defalarca yerine götürdüm.


1953 baharının bir cumartesi sabahında, genç b ir adam büroma gelip kendisini tanıttı; ismi Martin Levey'di ve Philadelphialı bir kimyagerdi. Bilim tarihi üzerine doktora yapmıştı ve müze koleksiyonunda bilim ve teknoloji tarihi açısından yardımcı olabileceği bir tablet olup olmadığını soruyordu. Beklediğim fırsat kapıma gelmişti! Tableti dolabından bir kez daha çıkardım; ama en azından bu defa geçici bir çevirisi yapılana değin yerine kaldırılmadı. Levey ile birlikte haftalarca içeriği üstüne çalıştık. Bu kendimi öncelikle Sümer göstergelerinin okunmasına ve dilbilgisel yapıların çözülmesine vermiştim. İnsanlığın ilk ilaç formülleri kitapçığının okunabilir kısımlarını, kadim devrilerdeki kimyasal ve teknolojik süreçleri anlaması ve bilgisiyle yaşama döndürün kişi Martin Levey'dir.
Bu kadim belgeden öğrendiğimize, çağdaş meslektaşları gibi Sümerli hekim de ilaçlarının ana maddelerini bitkisel, hayvansal ve maddesel kaynaklardan sağlıyordu. Gözde mineralleri Sodyumklorid (tuz) ve potasyumnitrattı (güherçile). Hayvansal maddelerden, süt, yılan derisi, kaplumbağa kabuğu kullanıyordu. Ancak ilaçların çuğunun kaynağı bitkiler dünyasıydı; hıyarşember, mersin, şeytantersi, kekik gibi bitkiler; söğüt, armut, köknar, incir ve hurma gibi ağaçlar. İlaçlar bitkinin tohumundan, kökünden, dalından, kabuğundan yada zamkından hazırlanmıştı ve günümüzde olduğu gibi katı yada toz halde saklanmış olmalılar.
Hekimimiz dıştan sürmek için hem merhem hem süzülmüş sıvılar, içmek içinde sıvı ilaçlar öneriyordu. Genel olarak merhem bileşikleri, bir yada daha çok otun dövülmesiyle elde edilen toza "kuşumma" şaraba katılması ve karışama reçine ve sedir ağacı yağı dökülmesiyle hazırlanıyordu. Irmak çamurunun dövülmesiyle hazırlanan bir diğer ilaçta ise elde edilen toz su ve balla yoğruluyor ve karışımın üzerine reçine yerine "deniz" yağı dökülüyordu.
Süzme yöntemiyle hazırlanan ilaç reçeteleri daha karmaşıktı ve bunların peşinden de bir kullanım kılavuzu geliyor. Bunlardan üçü için (Sümerce metin oldukça açıktır) kaynatma yöntemi kullanılmış. İstenen özleri çıkarmak için, karışım suda kaynatılıyor ve olasılıkla daha fazla öz elde etmek için alkali ve tuz ekleniyordu. Reçetelerden hiçbirinde değinilmemiş olmasına, organik maddeleri ayırmak için sulu eriyiğin süzgeçten geçirildiğinde kuşku yoktur. Sonra da süzülen sıvının gövdenin ağrıyan serpilmesi yada o bölgenin yıkanmasıyla tedavi gerçekleştiriliyordu. Ardından yağ sürülüyor ve bir yada daha fazla ot konuluyordu.


İçilecek ilaçlara gelince; hasta açısından bunların içimini kolaylaştırmak için çoğunlukla kullanılan araç biraydı. Çeşitli otlar toz haline getirildikten sonra bira içinde eritilip hastaya içiriliyordu. Buna karşın, bir tarifte biranın yanı sıra sütünde, ne olduğu anlaşılmaya "ırmak" (?) içirilmesi için kullanılmış gibi görünüyor.
Bu tek tabletten bile İ.Ö. üçüncü bin yıldan kalma, şimdiye değin çıkarılmış tek tıbbi metin-Sümer'de eczacılık biliminin kayda değer ilerleme yaptığı açıktır. Tablet oldukça incelikli kimyasal işlemler ve süreçlerle ilgili, dolaylı da olsa, derin bir bilgi birikimi sunar. Örneğin; bir kaç reçetede otların toz haline getirilmeden önce "arıtılma"sı gibi çeşitli kimyasal işlemler gerektiren bir şama önerilir. Bir diğer örnek; reçetelerden birinde ilaç maddesi olarak kullanılan toz haline getirilmiş alkali, büyük olasılıkla soda bakımından zengin Kazayağıgiller ailesinden bitkilerden birinin (büyük olasılıkla Salicornia fruticosa) bir çukurda yıkılmasıyla elde edilmiş alkali külüdür. Bu biçimde üretilen sodalı kül İ.Ö. yedinci yüzyılda ve Orta Çağ'da cam yapımında kullanılmıştır. Kimyasal açıdan ilginç olan, tabletimizde çok fazla miktarda bitkisel yağ içeren özlerle ilgili alkali kullanımını iki reçete oluşudur, böylece dıştan kullanım için sabun üretilmektedir.


Sümerli hekimimizce önerilen bir diğer madde ise, belli bir kimya bilgisi ile elde edilebilen potasyum nitrat yada güherçiledir. Çok daha geç Asur döneminde de görüldüğü üzere, Sümerler de idrar gibi azotlu artık maddelerin aktığı arkları denetliyor, bulunan kristalize oluşumları arıtma için ayırıyorlardı. Kuşkusuz azotlu maddelerin yanısıra sodyumklorid ve diğer sodyum potasyum tuzlarını içeren bileşenleri ayırma sorunu, olasılıkla bölünmüş kristalleştirme yöntemiyle çözülmüştü. Hindistan ve Mısır'da kalsiyum nitrat elde etmek için kadim kireç yada eski harcı azotlu organik maddelerden ayrıştırma yöntemi hala geçerlidir; sonra güherçile elde etmek için kalsiyumnitrat potasyumkarbonat içeren odun külü ile arıtılıp buharlaştırılır.
Kadim metnimiz bir açıdan fazlasıyla düş kırıklığı yaratıyor. İlaçların hangi hastalıklara iyi geldiğini belirtmediği için tedavi edici değerlerin hangi hastalıklara iyi geldiğini belirtmediği için tedavi edici değerlerini denetleyemiyoruz. Sümerli hekim deney ve doğrulamaya başvurmadığına göre, büyük olasılıkla pek etkin değildirler. Çoğu ilacın seçiminde atalardan kalma, bitkilerin güzel kokma niteliğine duyulan sonsuz güvenin yansıması vardı. İyi yanları olan reçetelerde var- örneğin; bir temizlik maddesi elde etmek önemliydi. Ve tuz ve güherçile gibi maddelerde etkindi; bunlardan birincisi antiseptik, ikincisi ise bağırsak pekiştirici olarak kullanılır.
Bu Sümer reçetelerinin bir diğer apaçık kusuru, maddelerin bileşiminde kullanılacak miktarların yanı sıra, ilacın ne miktarda ve ne sıklıkla kullanılacağının belirtilmemiş olmamasıdır. Bu, "mesleki kıskançlık"tan kaynaklanmış ve Sümerli hekim tıp dışındaki çevrelerden aya da hatta kendi meslektaşilarından sırlarını korumak için nicel ayrıntıları bilerek gizlemiş olabilir. Büyük olasılıkla, bu nicel ayrıntılar Sümerli reçete yazarına çok da önemli gelmedi, çünkü ilaçların hazırlanmasında ve kullanılmasında az çok deneysel bir biçimde karar verebiliyorlardı.


Tabletimizi yazan Sümerli hekimin sihirli sözlere ve büyüye başvurmaması ilginçtir. Metnin hiç bir yerinde bir tanrıdan yada bir cinden bahsedilmez. İ.Ö. üçüncü bin yılda Sümer'de hastalıkları iyileştirmek için büyü ve cin çıkarma ayinlerinin bilinmediği anlamına gelmez bu. Tam tersine, büyülü sözlerin yazılı olduğu ve yazıtların yazarları tarafından da böyle olduğu belirtilmiş altmışa yakın küçük tabletten açıkça görüldüğü üzere böyle uygulamalar yapılıyordu. Sümerler' daha sonraki Babilliler gibi, bir çok hastalığı hastanın bedenindeki zararlı cinlere bağlıyorlardı. Bu cinlerden yarım düzinesinin adı; Bau, Ninisinna ve Gula adlarıyla da bilinen "karakafaların (Sümerler) yüze hekimi" diye nitelenen tıp sanatının baş tanrıçasına adanmış mistik ve usdışı öğelere yer verilmemesi şaşırtıcı bir olgudur.
İ.Ö. üçüncü bin yılın sonuna doğru yazılmış bir tıp tabletin keşfi çivi yazısı uzmanları için bile şaşırtıcıydı; çünkü ilk "el kitabı"nın tıptan çok tarımla iligili olması beklenirdi. Tarım, Sümer ekonomisinin temel direği , zenginlik ve refahının başlıca kaynağıydı. Çiftçilik yöntemleri ve teknikleri İ.Ö. üçüncü bin yıldan önce zaten oldukça ileri düzeydeydi. Buna karşılık şimdiye değin gün ışığına çıkarılmış tek çiftçi "el kitabı" İ.Ö. ikinci bin yıldan kalmadır.

Kaynak: Samuel Noah Kramer (Tarih Sümerde Başlar)

LİVA FİDEL

yollayan tutbenidüşmeden on


Active Image
Active Image

Jose Marti Küba Dostluk Derneği tarafından hazırlanan Fidel sunumunu indirmek için istediğiniz program türü üzerine tıklayınız.

Adobe Acrobat (~2MB)

Sumerli Ludingirra

yollayan tutbenidüşmeden on

Tarih Sumerle Başlar

Sumerli Ludingirra'nın Yaşamöyküsü

Bu Öyküleri Neden Yazıyorum?

Ben bir Sumerli öğretmen, şair ve yazarım. Yaşım yetmiş beşi bulduğundan öğretmenliği bıraktım çoktan; fakat şairlik ve yazarlığım ölünceye kadar sürecek herhalde.

Bu yaşamöykümü daha çok gelecek kuşaklar için yazmaya başladım. Bizim ulusumuz, geleneklerimiz, dilimiz, sosyal yaşantımız, sanatımız unutuluyor artık.

Bu güzel ve uygar ülkemize her taraftan göz diktiler

Bu güzel ve uygar ülkemize her taraftan göz diktiler. Göklere uzanan basamaklı kulelerimizin, görkemli tapınaklarımızın, arı gibi işleyen çarşılarımızın, her tarafa ulaşan kervanlarımızın, dümdüz uzanan yollarımızın, bol ürün veren tarlalarımızın, nehirlerimizde ve açtığımız kanallarda salına salına yüzen teknelerimizin, dolup taşan iskelelerimizin, her tür bilgiyi veren okullarımızın ünü uzak ülkelere kadar yayıldığından; ilkel olan bu ülkelerin halkı kıskandı bizi.

Fırsat buldukça üzerimize saldırdılar

Fırsat buldukça üzerimize saldırdılar. Kentlerimizi yakıp yıktılar. Biz yaptık, onlar yıktılar; biz yaptık, onlar yaktılar. Halkımız, hatta krallarımız tutsak oldu. Ailelerimiz dağıldı. Tarlalarımız, bahçelerimiz bakımsızlıktan kurudu; hayvanlarımız açlıktan öldü ve böylece kökü binlerce yıl önceye dayanan ulusumuz yoruldu, dayanamayacak hale geldi ve içimize yavaş yavaş sızıp bizi yiyen yabancıların kucağına bırakıverdi kendini.

Ulusumuz yabancıların kucağına bırakıverdi kendini

Onlar yönetiyor bizi şimdi. Topraklarımıza ilkel geldiler; sayemizde uygar olmaya başladılar. Ne yazıdan, ne tarımdan, ne sanattan, ne dinden, ne okuldan, ne attan, ne arabadan, ne aydan, ne yıldan haberleri vardı. Hepsini bizden öğrendiler. Sonra da "biz yaptık, biz bulduk" diye övünmeye başladılar. Hep korkuyorum, bir gün gelecek, adımız da uygarlığımız da unutulacak. Biz ne yaptık, ne başardıysak hepsini onlar üstlenecekler.

Ben küçük bir adamım, bunu önlemek elimden gelmez diye yakınıyordum

Bu durum beni yıllardan beri üzüyordu. Ben küçük bir adamım, bunu önlemek elimden gelmez diye yakınıyordum. Bir gün birdenbire aklıma geldi. Ben bir yazar olduğuma göre; ulusumuzun bulduklarını, başardıklarını, geçmişimizi, geleneklerimizi, ne kadar uygar olduğumuzu, gerek Sumerliliklerini unutmaya başlayan gençlerimize, gerek daha sonra gelecek kuşaklara neden yazılarımla bildirmeyeyim dedim ve yaşamöykümü yazmaya karar verdim. Böylece her tarafa, herkese, her çağa ulaşacağımı umut ediyorum.

Arşiv ve kitaplıklarda araştırma yaptım

Çocukluğumdan bugüne tüm yaşantımı anımsamanın, ulusumuzun binlerce yıllık geçmişini çıkarıp hepsini bir araya toplamanın pek kolay olmayacağını tahmin edersiniz herhalde. Fakat ben bu yaşa kadar birçok olaya tanık oldum. Arşiv ve kitaplıklarda araştırma yaptım. Büyüklerimden, çevremden bilgiler topladım.

Şiirlerimizden, destanlarımızdan, masallarımızdan örnekler vereceğim

Şimdi, bu biriken bilgilerin ışığında, yaşamıma ait hatırlayabildiğim anılarımla birlikte ulusumuzun başından geçen acı tatlı olayları, gelenek ve göreneklerimizi, inançlarımızı, Tanrılarımızı size tanıtmaya çalışacağım. Şiirlerimizden, destanlarımızdan, masallarımızdan örnekler vereceğim. Bunları, sizi sıkmadan okutabilirsem ne mutlu bana!

Onlar da bizi hatırlayıp bıraktığımız kültür mirasları için teşekkür edebilseler

Bizim uygarlığımız belki binlerce yıl sonra yaşayan insanlara da geçecek. Bizim attığımız temeller üzerine yenilerini koyacaklardır. Ah! Onlar da bizi hatırlayıp bıraktığımız kültür mirasları için teşekkür edebilseler!

Ludingirra

KİTABIN YAZILIŞI HAKKINDA BİR AÇIKLAMA

Aziz Atamız, dilleri dilimize benzediğinden Türklerin atası olabileceğini varsaydığı
Sumerlilerin dil ve kültürlerinin ülkemizde araştırılmasını istiyordu.

Bugünkü kültürümüzün temelini oluşturan Sumer kültürünün halkımıza, aydınlarımıza da tanıtılması gerekti. Bunun için çeşitli dergilerde yazdım ve yazıyorum.

S.N. Kramer'in 15 dilde yayımlanıp "Best seller" olan Tarih Sumer'de Başlar kitabını Türkçeye çevirdim ve T.T. Kurumu tarafından yayımlandı, halkımız tarafından da çok ilgi gördü.

Dünyadaki ilk yazı olan çivi yazısı Sumerliler tarafından icat edilmiştir. Sumerlilerin yarattığı uygarlık ve yazı günümüz uygarlıklarının temelini oluşturmuştur.

Sumer ninnisi

Gel uyku gel,

Oğlumun duraksız gözlerini uyut.

Ağulayan diliyle uykusunu bozdurtma.

Ururu şarkımla oğlum büyüsün.

Aktaran Ludingirra. Sumerli şair

Çeviren Muazzez İlmiye Çığ

Kitap 'Sumerli Ludingirra'

Kaynak Yayınları 200

17 Nisan 1996
Muazzez İlmiye Çığ
Sumerolog

Hangi dili öğrensem sana konuşmaya?

yollayan tutbenidüşmeden on

Namu nena vigura skanda noğarğaluşa?

Mendra ûi
Mot var viövaûi
Dopstibi
Dopstibişi iâiéaôûi
İbgarûi-i!

Tolepe kayemakyoru
Skani oâiramuşa
Môala doviqvi
Sin üqorop otkumaluşa
Qvarûa vorûişi
Skanda noxtimaluşa
Var muluûi-i?

Muöo itkven a monüa üomadera
So didven namu tkvala
namu mövimak geças
A çkimi üurağobas
Var möviôûi-i?

Namu tkvalaten aüomaden
Ar Eskimos mjora
Mu iwiğarğals
Çyolis ar xişiri ntoli
Otxo dro uğun ar walonas vore
Varen akon tkvala
Oüomadu otkumaluşa

Moxtiüon awi
Skanda nontximuşi
Xe miğun-i?
Mutxa ptkva uüoreps ar öiûa
Vibgarana, domoskidu-i çelamurepe?
Mşkorineri vore-i?
Ûeûeli vore-i?
Oüomadu skaniten momotvi!

Hangi dili öğrensem sana konuşmaya?

Uzaktın
Niye yanmayacaktım
Sustum
Sustuğumda gülüyordun
Ağlar mıydın?

Kör oldum
Seni görmeye
Lal oldum
Seni seviyorum demeye
Topalken
Sana gelmeye
Gelmeyecek miydin?

Nasıl anlatılır bu ağır özlem
Nereye koymalı hangi kelimeyi
Hangi yağmur vursun
Benim kuraklığımı
Yağmayacak mıydın?

Hangi kelimeyle özler
Bir Eskimo güneşi
Ne mırıldanır
Çölde bir kum tanesi
Dört mevsimi olan bir memleketteyim
Kelime yok burada
Özlemi anlatmaya

Gelsen şimdi
Sana dokunmaya
Elim mi var
Ne desem biraz eksik
Ağlasam, kaldı mı gözyaşlarım?
Aç mıyım?
Çıplak mıyım?
Özleminle ört beni!


Sinan Badişi

Sosyalist prenslikten karaoke krallığına!

yollayan tutbenidüşmeden on

Dr. Ulaş Başar Gezgin
Kamboçya, güzellik yarışmalarını “Kamboçya’da çoğu insan, karnını doyuracak pirinç bulamazken, güzellik yarışmaları lükstür” diyerek yasakladı geçenlerde. Ve Kamboçya’nın bir baba-kralı var ki bu kral, başka kral...
Image:Norodom-Sihanouk.jpg
Dünya, onu, 1960’larda, Kamboçya’nın “sosyalist prensi” olarak tanıdı... Sosyalist bir prens oluşu, çeşitli sol siyaset kuramlarına esin kaynağı oldu. Bu kuramlara göre, ekonomi ve siyaset birbirlerinden ayrı kavramlar olarak ele alınmalıdır. Sosyalizm, bir siyaset tasarısı değil, ekonomi tasarısıdır. Dolayısıyla, bir ülke, ekonomik açıdan sosyalist olup siyasal olarak krallıkla yönetilebilir. Bir krallık da proleterya diktatörlüğü gibi, özel mülkiyete son verebilir. Bu konu çok uzar gider ve yazımızdan taşar. Biz yine sosyalist prensimizden alalım haberi...
1922 doğumlu Sihanuk, Kamboçya’nın 1953’teki bağımsızlığından başlayarak 1970’e dek Kamboçya Kralı idi. 1970’den sonraki yıllarda da başbakanlık ve devlet başkanlığı gibi çok çeşitli üst düzey görevlerde bulundu. Şu an oğlu, tahtta ve Sihanuk, “Kamboçya’nın kurucu kralı” ve “baba-kral” olarak anılıyor.
Sihanuk’un adı Sanskritçe’de “kaplan ağzı” anlamına geliyor. Baba-kral, eğitimini Kamboçya, Vietnam ve Fransa’da tamamladı. Kamboçya bir Fransız kolonisiyken Sihanuk, ülkesinin bağımsızlığı için mücadele etti ve bunun için 1953’te, Kamboçya’nın bağımsızlığından aylar önce Tayland’a sürgüne gönderildi.
Vietnam’daki Amerikan Savaşı sırasında (konu açılmışken söyleyelim: Amerikalılar, o savaşı ‘Vietnam Savaşı’ olarak adlandırırken, Vietnamlılar ‘Amerikan Savaşı’ olarak adlandırıyor. Aynı biçimde, ‘Vietnam Sendromu’ sözü de, dilimize pelesenk olmuş, Amerikan propagandası kokulu bir söz...), Sihanuk, Vietnam’ı destekledi; Doğu Kamboçya’da Vietnam gerilla üslerinin açılmasını sağladı. Maocu kral, 1970’te yurtdışındayken tahttan indirildi. Bunun üzerine, Pekin’e kaçtı ve yavaş yavaş yükselişe geçen Kızıl Khmerler’i destekledi. Kızıl Khmerler, iktidara gelince Sihanuk’u “devletin simgesel önderi” olarak tanıdılar, ancak bir süre sonra Kızıl Khmerler de onu görevden aldı ve bir kez daha sürgüne gönderildi. Vietnam’ın Kamboçya’yı işgali sırasında, sürgünlük yıllarını bu kez de Çin ve Kuzey Kore’de geçirdi.
1989’da Vietnam ordusunun Kamboçya’dan çekilmesinden sonra, sonunda 1991’de sürgünden dönen Baba-kral, halen Kuzey Kore’yle yakın ilişkide. Kuzey Kore için “ikinci vatanım” diyor. Kuzey Kore görüşmelerinde arabulucu olarak da adı geçti. Kuzey Kore’ye duyduğu yakınlık nedeniyle, kimi zaman hükümetle çatışıyor.
Baba-kral, gerçekten baba bir kral: Sorunu olan, gazetede baba-krala mektup yazıyor; Sihanuk’un yanıt mektubu, gazetede yayınlıyor. İşte böyle baba bir kral. Kralı eleştirmek serbest. Bu yönüyle, Tayland’da Budacılık adına sergilenen kral-tapıcılığına taban tabana zıt bir tablo çiziyor... Ne de olsa o, eski bir sosyalist prens... Sihanuk’u anlatmaya sayfalar yetmez, yaşamını yazsak birkaç ırmak-roman çıkar...
Elbette bu kadarı da Sihanuk’un ilginçliğini ortaya çıkarmaya yeterdi ama Sihanuk, dünyayı şaşırtmaya devam ediyor! Film yönetmenliği yanında, son yıllarda, sanal ortamdaki krallık ağ sayfasındaki müzik klipleriyle tanınıyor: 85 yaşındaki Baba-kral, çalgıcılar eşliğinde, Fransızca, İngilizce, Khmerce, Çince, Laoca, Tayca, Endonezce, Takalogca (Filipinler’in üç ana dilinden biri) şarkılar söylüyor ve bu klipler, Kamboçya Krallığı resmi sayfasından indirilebiliyor!
Sihanuk’un acılar, sürgünlükler, olgunluk ve deneyimle dolu buğulu sesi, insanda, “Asya’nın Frank Sinatra’sını siyasete kurban vermişiz meğer” düşüncesini uyandırıyor... Müzik ve film çalışmaları nasıl olursa olsun ve dünya, nereye savrulursa savrulsun, o, gerçek bir kral ve sosyalist prens olarak Kamboçya halkının kalbinde ve insanlığın ortak düşünsel tarihinde yaşamaya devam edecek...

Bisiklet

yollayan tutbenidüşmeden on Ağustos 14, 2007


Lets Biking

Sevgiliye özlem bir bisiklettir

Öte yandan yoksul çocuk düşünde

O kadar özledim ki sevgilim seni

Bütün yoksul çocuklar bisikletlerde

Gençlik buluşması

yollayan tutbenidüşmeden on Ağustos 12, 2007

15-25 Ağustos 2007 tarihleri arasında, Sotes Tatil Köyü'nde (Dikili-İZMİR) düzenleyeceğimiz kamp, ülkenin tüm illerindeki üniversitelerden akademisyenlerin ve dünyanın çeşitli ülkelerinden bilim insanlarının, sanatçıların ve, aydınların gençlerle buluşacağı bir kamp olacak. Kampımız on gün sürecek ve bu on günün her anı konserlerle, dinletilerle, tiyatro gösterileriyle, panellerle, seminerlerle, atölye çalışmaları ve film gösterimleriyle dolu olacak. Bir yandan tatil yaparken, üretmenin ve paylaşmanın da tadına varacağız. Düşmanlığı, çıkarcılığı, ırkçılığı üreten zihniyete karşı; paylaşımı, dayanışmayı, kardeşliği geliştireceğiz.





can yücel’i hatırlamak

yollayan tutbenidüşmeden on

Aydın Çubukçu
http://www.toplumdusmani.net/resim/can.jpg
Hep bir emekçi gibi yaşadı. Ona bakarak, sorardım: Günümüzün bakan oğullarından hangisi, yaşlılığında yoksulluk sınırında yaşayacak acaba? Bir evi vardı ve güçlükle almıştı. Şiirinden, yazılarından para kazanıyordu ve bu onun en büyük övüncüydü.
Can Yücel’in ölümünün üzerinden kaç yıl geçtiğini hesaplamak kadar güç bir aritmetik sorusu yoktur. Çünkü beklenen yanıt, iki rakamın alt alta yazılıp birbirinden çıkarılmasıyla elde edilmez.
Henüz toprağa verilmemişti. Köy kahvesinin önündeki bir ağacın altında, tahta tabutun içinde duruyordu. Dünya ıssızlaşmış, eksilmiş, daralmıştı. Bir gün önce, Ankara’nın ortasında kamu emekçilerinin izinsiz eylemi sırasında, polisle göğüs göğse gelinmişken gösteriyi yöneten otobüsün üstünden bağırmışlardı: “Can Yücel aramızda, Can Yücel aramızda!”
İzmir’de hastalıkla cebelleş haldeyken, buraya nasıl geldi diye düşündü insanlar bir an... Sonra anlaşıldı: Ölmüştü ve ruhu aramızdaydı!
Orası tam da Can Yücel’in olması gereken yerdi. Can Yücel tam da orada, her zaman beraber olmak istedikleriyle birlikte olurdu.
Dövüşen emekçilerle!
Yaşamını, şiirini, öfkesini ve küfrünü adadığı insanlarla birlikte, hep düşünü kurduğu kıpkızıl bir dünyaya doğru giderken, rüzgâra karşı şarkı söyleyerek yaşamalıydı...
Halka, işçilere, çalışarak yaşayan herkese duyduğu derin sevgi, aslında emeğin yeryüzündeki etkisini ve işlevini derinlemesine bilen kafasından kaynaklanıyordu. Kalbiyle değil, beyniyle seviyordu.
Yalnızca sevgiden ibaret değildi onlarla ilişkisi. Bilinçli bir örgüt adamı olarak son nefesine kadar, inandığı ne varsa gerçekleştirmeye çalıştı. Hastalığını hatırlatıp dinlenmesini, bir köşede uslu uslu oturmasına öğütleyenlere, “Ben şairim; fil değilim, ölümü bir köşeye çekilip bekleyemem... Meydanlarda ölmeliyim” diyordu.
Hep bir emekçi gibi yaşadı. Ona bakarak, sorardım: Günümüzün bakan oğullarından hangisi, yaşlılığında yoksulluk sınırında yaşayacak acaba? Bir evi vardı ve güçlükle almıştı. Şiirinden, yazılarından para kazanıyordu ve bu onun en büyük övüncüydü.
Malvarlığı tartışmaları sırasında, söylediği “ipimle kuşağım, s*kimle *aşağım, bütün malım mülküm budur” lafı dilden dile dolaştı.
Bugünlerde, bir şiiri elden ele dolaşıyor.
Malvarlığını, bir de şöyle dökmüş:

1- Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen
2- Gökyüzünde bi bulut
3- Bitlis’te beş minare
4- Biri yazlık, biri kışlık iki platonik sevgili
5- Büro mobilyası ve çelik kapı üreten bir fabrikanın öğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı
6- Islıkla da çalınabilen dört anonim türkü
7- Palandöken’de bir palan, bir döken
8- Kastamonu’da üç kasto
9- Üç fay hattı
10- Bir çarşamba, iki perşembe, üç cuma
11- Dünyada mekan
12- Ahirette iman
13- Denizde kum
14- Uzayda yerçekimsizlik
15- Bi çuval gazoz kapağı
16- Bi kibrit kutusu sigara izmariti
17- On sekiz saç biti
18- Biri İngilizce 6 adet küfür
19- Yirmi tane boş naylon poşet
20- Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht
21- Bi sürü saç sakal, kıl, tüy, yün
22- Üç ayrı parkta üç ayrı belediyeye ait üç ayrı banka reklamlı bank
23- Bi ayakkabı çekeceği
24- İki büyük taş kütlesi
25- Bir adet ağaç gölgesi
26- Üç kuş kanadı sesi
27- Bi sürü kedi köpek
28- Bi Marmara denizi
29- Camına yaslanıp seyredilen iki piliç çevirmeci
30- Her akşam karıştırılan dört çöp bidonu
31- Çalıp çalıp kaçılan beş melodili apartman zili
32- Nakit 15 kuruş
33- Anne babadan kalma yarısı yaşanmış bir ömür
Başka türlü birşey...
Burada bence en önemli özellik, platonik sevgililerinden ve anasından babasından kalan ömründen gayrisinin, herkes tarafından paylaşılabilen şeyler olmasıdır. Hiçbiri özel mülk değildir. Tümü herkes tarafından kullanılabilir, herkesin sahiplenebileceği yerlerde duran, herkese ait şeylerdir.
Belki onun hep özlediği, “hiçbir şeye benzemeyen” diye tanımladığı komünizm, bu kadar basittir, bu kadar kolaydır, bu kadar insana uygundur:
***
Başka türlü birşey benim istediğim,
Ne ağaca benzer ne de buluta benzer;
Burası gibi değil gideceğim memleket,
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava;
Nerde gördüklerim, nerde o beklediğim kız
Rengi başka, tadı başka.
***
Onun ölümüyle dünya gerçekten ıssızlaştı. Yalnızca ailesi, arkadaşları, yoldaşları değil, bütün insanlık büyük bir dostunu kaybetti. Hepimiz adına öfke duyan, hepimiz adına ve hepimizin toplamından daha fazla seven ve hepimiz adına hiç kimsenin edemeyeceği kadar güzel küfreden adam, malvarlığını yine herkese bırakarak çekti gitti.
Nerede bir ağaç gölgesi, kuş sesi, kedi ve diğer şeyler varsa, orada Can Yücel’in anasının ak sütü kadar helal malı vardır. Dünyayı böylesine sahiplenen ve giderken tümüyle asıl sahiplerine bırakan o adamın anısını, bütün burjuva dünyasına en sert eleştirilerinden birini dile getirdiği bir şiiriyle selamlayalım:

SEVGİ DUVARI
sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
yakanda bir amonyak çiçeği
yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi

kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

baktım gökte bir kırmızı bir uçak
bol çelik bol yıldız bol insan
bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerim
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

Bir Bilim Adamının Romanı

yollayan tutbenidüşmeden on

Bir Bilim Adamının Romanı

Oğuz Atay

http://www.kitapdenizi.com/resim/urun/3281B%C4%B0R%20B%C4%B0L%C4%B0M%20ADAMININ%20ROMANI%20%C4%B0LET%C4%B0%C5%9E%C4%B0M.jpg

Prof. Mustafa İnan’ın hayatını anlatan bu roman biyografi türündedir. Yazarı Oğuz Atay başkalarından dinledikleri bu yapıtta birleştirmiştir. Hikaye üniversiteye yeni başlayacak olan taşralı bir gençle ve yaşlı profesör arasındaki tanışma ile başlar. Profesör ona Mustafa İnan’dan bahseder. Ve sürükleyici bir şekilde bir bilim adamının zorluklarla geçen yaşamından kesitler vermeye başlar. (yazarın da eleştirdiği aslında yazma alışkanlığımızın gelişmemiş olması böyle bir çalışma yapmayı zorlaştırdığını dile getirmiştir.)

Bu zorluklar nelerdi? Öncelikle doğduğu yıl 1. dünya savaşının başlangıcı idi. Adana’da yaşıyorlardı ve düşman Fransızlar şehri kuşatmıştı. Bunu dışında geçirdiği kazadan mı yoksa başka bir nedenden mi ötürü bilinmeyen bir halsizlik, dirençsizlik vardı O’nda. Yaşamı boyunca bunu sıkıntısını çekti. Parasızlık, geçim derdi yakasını bırakmadı. Babasını kaybetti 18 yaşında. Onun büyük adam olduğunu göremeden. ( Senden adam olmaz diye hayıflanırdı oysa) Kardeşlerinin ve annesinin bakımını üstlendi bu yaştan sonra. Zorluklar içinde, yokluklar içinde okudu.

Öğretmeyi küçük yaştan beri alışkanlık edindi. Çok yetenekliydi. Üstün bir hafızası vardı. Herkesin anlayacağı dilden konuşmayı becerebiliyordu. Kendinden büyüklere de ders verirdi. Onlarla sohbet amaçlı konuşurmuş gibi yaparak gizliden dersler... Kendinden üst sınıfları da çalıştırırdı. Hocaları bile yapamadıkları soruyu ona çözdürürlerdi. Not tutmazdı pek sadece bir sarı defteri vardır. Anahtar kelimeler veya şekiller not alır, tekrar her şeyi hatırlaması için yeterli olurdu bu. Ayrıca öğrendiklerini hemen arkadaşlarına anlatması hafızasını daha da beslerdi. Herkes ile arkadaş olmaya çalışırdı ve çok dürüst idi. Bu özellikleri ile zaman içinde efsaneleştirilmiştir. Ve çok espriliydi.

Eğitim sisteminin bozuk yanlarını, öğretemeyen öğretmenleri eleştirmiştir. İthal bilimin bizi ileri götürmeyeceğini anlatmıştır. Batılılaşmanın ülkemizde yanlış anlaşıldığı ve bunu gerçekleştirirken doğu kültürüne zarar verilmemesini savunmuştur. Ayrıca 2 tane dünya savaşı yaşamsından olsa gerek milliyetçiydi. Tabi bu bugün olan saptırılmış halde olanından değil.

Ders verdiği öğrencilerinden olan Jale hanıma aşık olmuş, çeşitli zorluklar yaşasa da evlenmişlerdir. Arkasından maddi zorluklar ve Mustafa İnan’ın 40 yaşından sonra yorgun düşmesi. Bakmak zorunda olduğu annesi ve kardeşleri…

Aldığı notlarda aslında Mustafa İnan’ın kendi branşı olan mekanik dışında pek çok şey ile uğraştığını görülür. İçindeki merak duygusu, o keskin hafızası ile harekete geçince de artık sürekli öğrenen kendini yineleyen bir durumda olmuştur. Özellikle matematiği her şey konu ile birleştirir hayat ile bütünleştirir. Şiir okurken bile bunu yapabilir. Sinema ve tiyatroya giderdi.

1944’lerden 1967’deki vefatına kadar İstanbul Teknik Üniversitesinde mekanik bilimi ile ilgili yaptığı çalışmalardan ötürü 1971 yılı hizmet ödülü verilmiştir. Bu görüldüğü gibi çok geç verilmiş olan bir ödül. Ülkemizi de yurt dışında başarı ile tanıtmış, daha fazla para kazanmak uğruna öğretmenlikten vazgeçmemiş, haksızlıklara karşı gelmiş, bilimin ilerlemesine katkı sağlamış olan böyle bir insana çok geç veriliş bir ödül doğrusu. Onun zayıf bedeni daha fazlasına fırsat vermedi.

Bu roman bize aslında o günlerden bu günlere pek bir şeyin değişmediğini gösteriyor. Halen tek amacı sınıfı geçmek olan öğrenciler ve sadece para kazanmak için öğretmen olmuş öğretmenler var. Bir yarış içersinde herkes birbirinin üstüne çıkarak bir yerlere gelmek istiyor. Belki de Mustafa İnan hiç böle olmadığı için bu kadar başarılı olmuştur. Bize de hayatı örnek teşkil eder. Çünkü bu kadar zorluklara rağmen yılmayıp mücadele edip çok başarılı bir insanın hayatı var önümüzde.

MİNİK KUŞ

yollayan tutbenidüşmeden on Ağustos 04, 2007

MİNİK KUŞ (SİYAH-BEYAZ)*
Vüs'at O. Bener

31 Mayıs 2005'de yitirdiğimiz Vüs'at O. Bener'i, "Siyah-Beyaz" adlı öykü kitabındaki "Minik Kuş" öyküsünden kısa bir bölümle anıyoruz.
Chaplin’le tanıştığım sıralar, bu parlak zekâ, bir gün açığa vuracak kendini diyebilecek sezgiden yoksundum. Yıllar sonra kasetinden Sahne Işıkları’nı yeniden izlerken, tamam dedim, Calvero saklanamıyor artık. Nice abartılı, usta komedyen davranışları sergilese de, gizleyemiyor acısını.

Bay Muannit SAHTEGİ gülümsedi:
“Sanırım ikimiz arasındaki kopmazlığa, bağımlılığa örnek tutuyorsun Chaplin’le Calvero’yu.”

Alınmadım. Etkileşim doğaldı. Yine de küskün bakışımı takındım:

“Ah, dostum, Chaplin kim, biz kimiz!”

Sırtımı sıvazladı:

“Hele birer tek daha atalım…”

Bay SAHTEGİ, sonunda çalıştığı şirketten korktuğu, tasarladığı gibi masasına bırakılan dil fukarası bir mektupla kapıdışarı edilmişti.

“Herkes, daha doğrusu notlarını okuyan kimileri, bizi özdeşleştirdi gibi, aynılaştırmaktan kaçınmaya özen göstermelerine karşın… Ne dersin, bu kuşkuyu besleyelim mi, çözülelim mi?”

“Başaramayız. Sürdürelim bence. Bay SAHTEGİ serüveni ölümle bitecek nasıl olsa.”

“Ölüm saplantısıyla aran nasıl?”

“İyi! Her sabah ölüyorum.”

“Şerefe! Ölüm sabahları daim olsun.”

* Siyah-Beyaz, Yapı Kredi Yayınları, 2003 (ilk basım İletişim Yayınları, 1993)

tarla kuşu ve özgürlük savaşçısı

yollayan tutbenidüşmeden on Ağustos 02, 2007

Bobby Sands
Bir zamanlar büyükbabam özgürlük ve mutluluğun en büyük sembolü olan tarlakuşunu hapsetmenin en büyük gaddarlık olduğunu söylemişti. Tarlakuşunun ruhunu, en sevdiği arkadaşını küçük bir kafese hapseden bir adamın öyküsünü anlatarak ifade ederdi.
Bir zamanlar büyükbabam özgürlük ve mutluluğun en büyük sembolü olan tarlakuşunu hapsetmenin en büyük gaddarlık olduğunu söylemişti. Tarlakuşunun ruhunu, en sevdiği arkadaşını küçük bir kafese hapseden bir adamın öyküsünü anlatarak ifade ederdi.
Özgürlüğünü kaybetmenin acısını çeken tarlakuşu bir daha ne yüreğindeki şarkılarını söyledi ne de mutlu olabildi. Büyükbabamın anlattığına göre, kendini kötülüğe adayan bu adam, tarlakuşunun kendi istediklerini yerine getirmesini istiyordu: şarkı söylemesini, isteklerini yerine getirmesini ve onu memnun edecek şekilde davranmasını. Tarlakuşu bunları reddettikçe, adam sinirlendi ve hırçınlaştı. Şarkı söylemesi için tarlakuşuna baskı yaptı, ancak bir sonuç alamadı. Kafesi siyah bir
örtüyle kapattı. Kuşu güneş ışığından mahrum bıraktı. Onu aç bırakarak kirli kafesin içinde çürümeye terk etti, fakat kuş istediğini yine reddetti. Adam onu öldürdü. Büyükbabamın dediği gibi, tarlakuşu özgürlük ve direnişin anlamıydı. Özgür olmak için can atmıştı ve bu isteğini tutsaklık ve işkenceyle değiştirmek isteyen zorbaya boyun eğmeden ölmüştü.
Tarlakuşuyla ortak bazı şeyler hissediyorum. Ben politik bir tutsağım, bir özgürlük savaşçısı. Tıpkı tarlakuşu gibi ben de sadece içeride değil, dışarıda, esir alınan ülkemde de özgürlüğüm için savaştım. Ben de işkence gördüm ve hapsedildim ve tarlakuşu gibi ben de demir kafesten dışarıyı gördüm.
Şu an H-Blok’tayım, bana baskı ve işkence yapan, beni hapseden, insanlıktan çıkartmak isteyenlere boyun eğmeyi ve değişmeyi reddediyorum. Tarlakuşu gibi ben de değişmiyorum. Bana zulmedenlerin değiştirmek istedikleri, politik görüşlerim ve prensiplerimdir. Onlar benim bedenimi zaptettiler ve değerlerime saldırdılar. Eğer sıradan bir tutsak olsaydım, benimle bu kadar uğraşmayacaklar, isteklerine uyacağımı bilerek davranacaklardı.
İki yıllık ceza indiriminden de yararlanamadım. Umursamıyorum. Elbiselerim çıkarıldı ve aç bırakıldım, dövüldüm, işkence gördüm ve tıpkı bir tarlakuşu gibi ölüm endişesiyle yüzleştiğim kirli, boş bir hücreye kilitlendim. Aynı küçük arkadaşım gibi en vahşi yöntemlerin yatıştıramayacağı özgürlük ruhuna sahibim. Tabii ki öldürülebilirim, fakat hayatta kaldığım sürece, ben benim, bir savaş mahkumuyum ve bunu kimse değiştiremez.
NOT: Kuzey İrlanda’da Long Lesb Cezaevi H-Blok’ta bulunan Bobby Sands’ın yazı yazacak gereçleri
yoktu. Yukarıdaki öykü bir tuvalet kağıdına yazılarak dışarı gizlice çıkarıldı. 1981’in 1 Mart’ında açlık grevine başlayan Sands, 66. günde öldü. Cezaevindeki cumhuriyetçi mahkumlara 1976’dan beri yöneltilen insanlık dışı uygulamaların kaldırılmasını istiyordu.