Eşekle Öküz

yollayan tutbenidüşmeden on Ekim 31, 2007

Zengin bir çiftlik sahibinin büyük toprakları, çeşit çeşit hayvanları vardı. Çiftliğin bir köşesinde öküzle eşek hep yan yana dururlardı. Günlerden bir gün iki hayvan arasında ilginç bir konuşma geçti.

“Sana imreniyorum” diye öküz söze başladı, “az çalışıyorsun, çok dinleniyorsun. Bir de bakıcın var, sana yemen için en iyi besinleri, içmen için en temiz en berrak suları veriyor. Ara sıra efendinin şu kısa gezintileri olmasa, senden daha rahat, daha talihlisi olmayacak. Bana gelince, ben öküz, bana bambaşka davranıyorlar. Senin durumun nice iyiyse, benim durumum da onca kötü. Daha güneş doğar doğmaz beni bir arabaya ya da bir sabana koşuyorlar. Tüm tanrının günü gücüm bitene dek çalışıyorum. Üstelik işçi başı beni hiç durmadan cezalandırmaktan geri kalmıyor. Geceleri de yiyecek olarak kuru ottan başka bir şey bulamıyorum. İşte sana neden imrendiğimi görüyor musun, amigo?”

“Sen ve senin cinsinden olanlar akılsız diye ünlenmişlerdir” dedi eşek. “İnsanların uğruna can verirler, karşılığında da bir çıkarları olmaz. Seni sabana koşarlarken neden bir iki boynuz sallayıp biraz da kükreyerek korkutmuyorsun onları? Neden kendini yerlere atıp, yürümeyeceğim işte deliyorsun? Benim öğüdümü tutarsan bak nasıl iyi olacağını görürsün. Sonra da bana teşekkür edersin.”

Ertesi gün, tarla çalışanı işe çıkmak için öküzü almaya geldi. Ne var ki, öküz eşeğin öğütlerini tutuyordu. Korkunç kükremeler çıkarıyor, kendini yerden yere atıyor, durmadan saldırıp boynuzlarını gösteriyordu. Tarla çalışanı hayvanın hasta olduğunu düşünerek çiftlik sahibine haber vermeye gitti.

Çiftlik sahibi tarla işçisine öküzün yerine eşeği çıkarıp işe koşmasını söyledi. İşçi söyleneni yaptı. Eşek sabahtan akşama dek sabanı çekti, arabayı sürdü. Onca sopa kamçı yedi ki, gece ahıra döndüğünde yürümeye dermanı yoktu. Gelir gelmez öküz onu karşıladı. “Verdiğin öğütler için çok sağol” dedi.

Eşek sesini çıkarmayıp düşündü, “Olanların bütün suçu benimdir. Nasıl da rahat, nasıl da mutlu yaşıyordum. Ama şimdi, gevezeliğim yüzünden, yaşamın tadını çıkarmak öküze kaldı. Bu durumdan kurtulmak için bir çare düşünmezsem, bu gidişle nalları dikeceğim.”

Sonra yorgunluktan yarı ölü durumda attı kendini samanların üstüne.

“Bundan sonra” diye sürdürdü konuşmasını öküz, “hep senin dediklerini yapacağım, amigo eşek. Her yaklaşanı boynuzlayacakmış gibi korkutacağım.”

“Çok iyi” deyip içini çekti eşek, “ama sana şunu haber vereyim ki, sahibimizi konuşurken duydum. Senin çok hasta olduğunu, artık ayağa kalkıp çalışamayacağını sandığı için seni satacak. Yarın seni almaya gelecek. Etinden kıyma, pirzola, fileto, biftek yapacak.”
Öküz bunları duyunca korkunç bir böğürtü çıkardı. Eşek anladı ki uydurduğu yalan işe yarayacak, o andan sonra her şey yine eskisi gibi olacak.

Ertesi gün akşama dek yatıp dinlenen kim oldu dersiniz?

(Derleyen : Moisés Leija Leija
Bildiren : Roberto Leija Tobias
Yöre : Guadalupe Victoria, Mplo. De Abasolo, Tamaulipas.)

(Meksika Masalları, Okyanus yayınları)

Ey özgürlük!

yollayan tutbenidüşmeden on Ekim 28, 2007

Ey özgürlük!

Okulda defterime
Sırama ağaçlara
Yazarım adını
Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Yazarım adını
Yaldızlı imgelere
Toplara tüfeklere
Kralların tacına
En güzel gecelere
Günün ak ekmeğine
Yazarım adını
Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölgede değirmene yazarım
Uyanmış patikaya
Serilip giden yola
Hınca hınç meydanlara adını
Ey özgürlük!

Kapımın eşiğine
Kabıma kacağıma
İçimdeki aleve
Camları oyununa
Uyanık dudaklara
Yazarım adını
Yıkılmış evlerime
Sönmüş fenerlerime
Derdimin duvarına
Arzu duymaz yokluğa
Çırçıplak yalnızlığa
Yazarım adını
Geri gelen sağlığa
Geçen her tehlikeye
Yazarım ben adını,
yazarım
Bir sözün çoşkusuyla
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum haykırmaya
Ey özgürlük!

P. Eluard

Barış

yollayan tutbenidüşmeden on

BARIŞ

Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.

Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba
Elinde yemiş dolu bir sepet;
Ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak testi gibi
Ter damlalarıyla alnında...
Barış budur işte.

Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman
Ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara,
Yangının eritip tükettiği yüreklerde
İlk tomurcukları belirdiği zaman umudun,
Ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık,
Boşa akmadığını bilerek, kanlarının,
Barış budur işte.



Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda
Yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi
Ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece.
Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun
Gökyüzünün dolmasıdır içeriye;
Gökyüzünün, renklerinden uzaklaşmış çanlarıyla
Bayram günlerini çalan gözlerimizde.
Barış budur işte.

Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun
Gözlerinin önüne tutulan kitaptır.
Başaklar uzanıp, ışık! Işık! - diye fısıldarlarken birbirlerine!
Işık taşarken ufkun yalağından.
Barış budur işte.
Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler
Geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü
Ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından
Cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi;
Barış budur işte.

Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de
Bir kök olduğu zaman
Gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya.
Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman
Dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardı sıra.
Ve sonunda, hissettiğimiz zaman yeniden
Zamanın tüm köşe bucağında acıları kovmak için
Işıktan çizmelerini çektiğini güneşin.
Barış budur işte.


Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,
İyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın.
Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya
kuracağız demesidir;
Ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.
Barış budur işte.

Ölüm çok az yer tuttuğu için yüreklerde
Mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların
Şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine
Büyük karanfilini alacakaranlığın...
Barış budur işte.

Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların
Sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın.
Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.

Ve toprakta derin izler açan sabanların
Tek bir sözcüktür yazdıkları:
Barış
Ve bir tren ilerler geleceğe doğru
Kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden
Buğdayla ve güllerle yüklü bir tren.
Bu tren, barıştır işte.

Kardeşler, barış içinde ancak
Derin derin soluk alır evren.
Tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini.
Kardeşler, uzatın ellerinizi.
Barış budur işte.

YANNİS RİTSOS

Katil Abd ve Vietnam'daki My Lai Katliamı

yollayan tutbenidüşmeden on Ekim 12, 2007

1968 yılındayız... ABD Vietnam Savaşı’na boğazına kadar batmış durumda. 500.000 Amerikan askeri, tuzaklarla dolu tropikal ormanların içerisinde, bir görünüp bir kaybolan Vietnam Halk Kurtuluş Ordusu gerillalarıyla çarpışıyor, gerilla hiçbir yerden tam anlamıyla temizlenemiyor, ABD yönetimi ve özellikle ordu komuta kadrosu giderek sıkışıyor.
Bölge ele geçirememe, ABD ordusunun en büyük sorunu. Gerilla kayboluyor ve yeniden ortaya çıkıyor. Yürütülen operasyonlarda ne ölçüde başarı sağlandığı bile tam anlaşılamıyor.
İşte tam bu zamanlarda, Amerikalılar “ceset sayma” adıyla ün yapan bir yönteme başvuruyor. Bölge temizlendi mi, şüpheliydi, ama ölü bir gerilla şüphe götürmez şekilde ölüydü. Böylece, ABD komuta kadrosunun başarıyı ceset sayarak ölçmeye yönelmesi, tek tek Amerikan askerlerine de daha büyük bir öldürme arzusu ve daha geniş bir öldürme serbestisi veriyor. Bu politikanın en belirgin sonuçlarından biri My Lai köyünde olanlardır.

Sabah 08.00’de geldiler...
16 Mart 1968 günü, Americal tümeninin Charlie bölüğü, Vietnam’ın Son My yöresindeki My Lai köyü ve çevresine yönelik bir operasyon için helikopterlere bindirildi. Bölüğe Yüzbaşı Ernest L. Medina, bölüğün 2. müfrezesine Teğmen William Calley komuta ediyordu. Vietnam Halk Ordusu gerillalarını “bulmak ve yok etmek”le görevlendirilmişlerdi.
Sabah saat 08.00 sularında helikopterler Charlie bölüğünü My Lai’nin biraz uzağına indirdiler. Köy önce topa tutuldu. Sonra 1. ve 2. müfrezeler ateş ederek köye daldı.
Gerilla bulamadılar. Onun yerine, insan, hayvan, canlı kimi buldularsa onları yok ettiler. Yaralıları süngülemek, kızların ırzına geçmek, insanların çocuklarını saklamaya çalıştığı barakalara elbombası atmak, 100’den fazla insanı bir hendeğe doldurup taramak gibi caniyane işler yaptılar. Dört saat süren katliamın sonunda tam 504 insan öldürdüler. Öldürdükleri, kadınlar ve çocuklardı. Ve çok yaşlı erkekler... Ortalıkta ne gerilla ne de gerilla olabilecek yaşta erkekler vardı.
Katliama tanık olmuş bir helikopter pilotu olan Hugh Thompson, olayı şöyle anlatıyordu: “O sabah, My Lai’deki bir kara operasyonuna destek sağlamakla görevliydik. Görevim, dost kuvvetlerin cephe hizasında uçup ateş açmak, düşmanın yerini saptayıp onlara bildirmekti... Köy, birliklerimiz oraya yaklaşmadan önce top ateşine tutulmuştu... Birliklerimizin üzerinde ileri geri uçmaya koyulduk. Ve kısa süre sonra her tarafta cesetler görmeye başladık. Nereye baksak ceset doluydu. Çocuklar vardı, 2, 3, 4, 5, yaşlarında; kadınlar, çok yaşlı adamlar; ama genç erkekler yoktu aralarında. Genç erkekleri arıyor olmamız gerekiyordu. Nişancım, ‘Silahları nerede bunların?’ diye sordu...
Dolaşıyor ve yaralı insanları görüyorduk. Yolun kenarında yaralı bir kadın vardı, onu görünce, yanlış birşeylerin olduğunu düşündük... Her yere bakıyor ve neler döndüğünü anlayamıyorduk... Birkaç dakika sonra dönüp geldik ve yaralı kadını tekrar gördük. O fotoğrafı hepiniz hatırlıyorsunuzdur. Şapkası yanına düşmüştür. Çıplak gözle iyice yakından bakınca, hemen yanındaki öbür nesnenin ne olduğu da seçilebiliyordu. Beyniydi. Hiç hoş değildi. Başka bir yaralı kadın gördük. Telsize sarıldık, yardım istedik... Birkaç dakika sonra bir yüzbaşı geldi, kadına bir tekme attı, geri çekildi ve onu vurdu.
Bir hendeğin üstünden geçerken, bir sürü insanın oraya doluşmuş olduğunu, kıpırdadıklarını gördük. Aşağı indim ve bir çavuşa, onları oradan çıkarmak için yardım edip edemeyeceğini sordum. Yaralılar vardı aralarında. Çavuş bana yardım etmenin tek yolunun onları ıstıraplarından kurtarmak olduğunu söyledi. Şaka yapıyor sandım, söylediğini şaka kabul etmiş olmalıyım. Tekrar havalandığımızda, mürettebatımın ekipbaşı, ‘Aman Allahım, hendeğe ateş ediyor!’ diye bağırdı. İki defa daha yardım istedik; yani toplam üç defa. Her seferinde insanlar öldürüldü.
Biraz sonra, ahşap bir sığınak gibi bir yere sığınmış bir kadın gördüm. Ben de helikopteri tekrar indirdim. Kara birliklerine doğru yürüyüp, o sığınakta siviller var, onların oradan çıkmasına yardım edin, dedim. Biri, ‘Bir elbombası atalım, çıkarlar,’ dedi. Onları durdurdum, gidip insanlara çıkmalarını işaret ettim, çıktılar.
Sandığımdan daha çok insan varmış orada. 9-10 kişi kadardılar. Onları burada bırakırsam ölecekleri kesindi. Amerikalılar hazır bekliyordu. Oysa bu 9-10 insan kimse için bir tehdit oluşturmuyorlardı. Mürettebatım da ben de o sırada çılgına dönmüştük. Bu insanları ne yapacaktım? Burada bırakırsam öldürülecekleri kesindi. Helikoptere yürüdüm, hepsini etrafıma topladım. Telsizle başka bir helikopteri kullanan arkadaşımı aradım. Gelip bu insanları buradan götürmesini istedim. Geldi, onların ancak yarısını alabildi, götürüp 10 mil öteye bıraktı. Geri döndü. Sonra hepsini toparlayıp kalktık.
Dönüp tekrar hendeğin üstünden geçtik. İçinde hâlâ biraz hareket vardı. Yere indik. Ekip şefi Glenn Andreotta hendeğe indi, biraz sonra kucağında kanlar içinde bir çocukla geldi. Onu ne yapacağımızı da bilemiyorduk, ama helikoptere aldık, Quang Ngai’deki yetim hastanesine götürürüz diye düşündük. Müthiş hayal kırıklığına uğramıştım...”

Katliamın örtbas edicisi: Colin Powell
İşte My Lai’deki öykü böyle... Böyle binlerce öykü var aslında; ama en çarpıcılarından biri bu. Üstelik birinci ağızdan anlatılıyor.
Aynı günlerde, Vietnam’da, hem de olayın geçtiği bölgede çok tanıdık bir yüz vardır. Bush’un Dışişleri Bakanı Colin Powell 1968-69’da Vietnam’da yüzbaşıdır. Chu Lai’deki katliamcı Americal tümeninde, G-3 operasyonlarının komuta heyetinde başkan yardımcısıdır.
Powell, bu sırada, askerlerin kendi aralarında taktığı isimle “Kasap Tugayı” diye bilinen 11. Hafif Piyade Tugayı’ndan Tom Glen’in Vietnam’daki Amerikan kuvvetlerinin komutanı General Creighton Abrams’a yazdığı bir mektupla ilgilenmek zorunda kalır. Glen, 1968 kasımında, ABD’ye dönmeden kısa süre önce yazdığı mektupta özel bir olaydan sözetmiyordu, ama sivillerin ve esirlerin işkenceden geçirildiğini, öldürüldüğünü ileri sürüyordu. Bu tür eylemler, Glen’e göre, “bütün birliğin her düzeydeki katılımıyla yapılıyor ve bu yüzden, ordunun saptanmış politikası olarak görülüyordu.”
Mektubun bir kopyası, 9 Aralık 1968’de, Americal tümeninin komuta heyetindeki Yüzbaşı Colin Powell’a iletildi ve konuyu araştırıp, rapor vermesi istendi. Birkaç gün sonra, 13 Aralık 1968’de, Powell, üstü olan generale verdiği raporda şöyle dedi: “bu genç asker yeterince ayrıntı vermemiş, somut veri az, açılacak bir soruşturmaya zemin oluşturmaya yeterli değil bunlar.”
Powell, Glen’i bulup işin aslını öğrenmek yerine, Glen’in komutanıyla görüştü ve ondan, bu askerin artçı birliklerde görev yaptığını, düşmanların esir alınışını ve hele onlara işkence yapılmasını izlemiş olamayacağını öğrendi. Bu da yanlıştı, bizzat kendisinin sonradan The New Republic dergisinde Charles Lane’e söylediğine göre, Glen, bu konuda bilinmesi gereken her şeyi bilen bir askerdi. My Lai katliamının yapıldığı gün, Glen’in bağlı bulunduğu birlik de My Khe’de ayrı bir katliam yapmış, 90 kişiyi öldürmüştü. Üstelik, bu tür katliamları gizlemenin bir yolu da vardı: ABD ordusunun kodlamasında “ceset sayımı” yaparken, gerillalar “v.c.” (Viet Cong), “masum sivil”ler ise “inciv” (Innocent Civilians) olarak kayıtlara geçiriliyordu. Böylece birlik komutanları, ölü listelerine canları ne kadar isterse o kadar “v.c.” işareti koyuyor, kimse de bu isimlerin gerçekten kaç yaşında olduklarını, vb. merak bile etmiyordu.
Sonuçta Powell’a göre Er Glen’in iddiaları asılsızdı ve yine onun raporuna göre “Americal tümeninin askerleriyle Vietnamlılar arasındaki ilişkiler mükemmel”di.
Aynı Powell 25 yıl sonra bir gazeteciyle görüşürken, My Lai’daki felâketin “trajik fakat anlaşılabilir” olduğunu söyleyecek, durumu şöyle tasvir edecekti: “Kızılderili toprağında gibisiniz. Her taraf gerilla kaynıyor. Oraya dalınca, karşınıza çıkan herkesle savaşıyorsunuz.”
Ancak iş bu kadarla bitmedi. Katliamdan yaklaşık bir yıl sonra, üst düzey ordu müfettişleri Americal tümeni karargâhına geldiler. Albay Howard K. Whitaker, yeni bir soruşturma için gelmişti. Çünkü bu sefer de ortada er Ronald Ridenhour’un mektubu diye bir belâ vardı. Ridenhour da Vietnam’da, Quang Ngai bölgesinde görev yapıp terhis olmuş bir erdi. Charlie bölüğünden askerlerle bira içerken, katliamın hikâyesini öğrenmişti. Katliamcılar, marifetlerini ballandıra ballandıra anlatmışlardı.
Terhis edilip ABD’ye döndüğünde, oturdu her şeyi yazdı ve 29 Mart 1969’da, Washington’da önde gelen 30 insana postaladı.
Albay Whitaker, Powell’ın yardımıyla soruşturmayı yaptı ve bitirdi. Elde ettiği sonuç tam olarak Amerikalı mantığına uygundu. Resmi kayıtlara göre My Lai’da sadece 128 kişi ölmüş görünüyordu ve Whitaker’e göre bu 128 kişinin öldürülmesi bir katliam sayılamazdı. İddialar “aşırı abartılı”ydı. Whitaker 17 Nisan 1969’da raporuna böyle yazdı.
Ama yine de sorunlar bitmemişti.
1969 sonbaharında ABD’de zaten savaşa karşı protesto dalgası almış yürümüştü. Powell, sonradan gazeteci Bob Woodward’a söylediğine göre, protesto gösterilerine baktıkça, “ihanet ve alçaklık” görüyordu. My Lai katliamı haberi böyle bir ortamın ortasına bomba gibi düştü. Katledilmiş kadınların, çocukların görüntüleri ortaya çıkınca ortalık karıştı. Bu kez daha ciddi bir soruşturma gerekiyordu.

Göstermelik Yargılama
Yeni soruşturma General Peers tarafından yürütülecekti. Bu soruşturma sırasında 400’ü aşkın tanık dinlendi, toplanan ifadeler 20.000 sayfadan fazla tutuyordu. 14 Mart 1970’te açıklanan Peers raporu, 16 Mart 1968 günü yaşanan vahşetin ayrıntılı hikâyesini içeriyordu. 1969 Eylülünde Teğmen William Calley 109 sivili öldürmekle suçlanıyordu.
General Peers, aslında 28 subayın yargı önüne çıkarılması gerektiği sonucuna varmıştı. İki subay da, katliamın örtbas edilmesine yardımcı oldukları için yargılanmalıydı. Ama ABD ordusu, katliam yapan mensuplarına böylesine kıymayı göze alamadı. Yasaların ardına sığınan ordu hukukçuları, sadece 14 subayın yargılanmasına izin verdiler. Ordunun soruşturmasında, 30 askerin ciddî suçlar işlediği belirlendi. Bunlardan 17’si ordudan ayrıldı ve yargılanmaları gereği ortadan kalkmış sayıldı, haklarındaki davalar sessizce düşürüldü. Geri kalanları da ya davalarının düşmesiyle ya da suçsuz bulunarak kurtuldular. Sonuçta sadece Teğmen Calley ceza aldı. Ağır işlerde çalıştırılarak ömürboyu hapsedilmesi kararlaştırıldı. Askerî cezaevine kondu.
Fakat bu sefer de “Vatan için kurşun atan da yiyen de...” mantığıyla Başkan Nixon devreye girdi. Başkanın şahsî yetkisini kullanmasıyla Calley üç gün sonra serbest bırakıldı. Sonraki üç yılı, Georgia’da, Fort Benning’de ev hapsinde geçirdi. Bu arada cezası da ömürboyu hapisten 10 yıl hapse çevrildi. 1974’te, cezasının üçte birini çekmiş olduğundan serbest bırakıldı.

Seymour Hersh: Bir Gazeteci
Dünya, ABD ordusunun My Lai vahşetini Amerikalı bir gazeteci sayesinde öğrendi: Seymour Hersh.
Seymour Hersh, 1969’da Pentagon hakkında bir kitap üstünde çalışırken, Vietnam gazilerinin avukatlığını yapan bir adam bürosuna gelip onun kulağına şunu fısıldamıştı: Ordu, 75 sivili öldürmekle suçlanan bir subayı yargılayacaktı.
Hersh, ilk ihbardan sonra biraz araştırdı ve meselenin Teğmen Calley diye biriyle ilgili olduğunu öğrenebildi. Ordu içinden birilerine sordu. Hep şu cevabı aldı: “Bulaşma bu işe, kafanı çevir!”
Hersh, bir gün başka bir iş için gittiği Pentagon’da, önceden tanıdığı bir albaya rastladı. Albay, Vietnam’da yaralanmış, generalliğe yükselmişti. “Şu Calley meselesi nedir?” diye ona da sordu Hersh. Ve şu cevabı aldı: “İlişme ona.”
Hersh tanıdığı bir Kongre üyesine de gidip Calley meselesini sordu. Adam konuyu biliyordu. Gazeteciye, “Yazma onu,” dedi. “Orduyu mahveder bu iş.”
Hersh bunun üzerine daha da sıkı eşelemeye koyuldu ve katliam sanığı Teğmen Calley’in avukatına ulaştı. Buluştuklarında konuşurlarken bir ara Calley’in avukatı, müvekkili hakkında gazeteciye şöyle dedi: “150 kişiyi öldürdüğünü söylüyorlar.” Hersh, o ana kadar 75 sivilin öldürüldüğünü duymuştu. Şimdi rakam 150 olmuştu. Avukat Latimer, “Bak şuraya!” diyerek bir dosya açtı, Hersh’in önüne koydu. Burada, Teğmen William Calley’in “111 Doğulu insanı öldürmekle” suçlandığı yazılıydı.
1992’de gazetecilerle görüşürken, “Bu hiç aklımdan çıkmadı,” demişti Hersh. “Sanki 10 tane Doğulu bir Kafkasyalıya, 12 Doğulu bir Siyah’a eşti. Ne demek, anlayamıyordum. Pek hoştu...”
Bu arada avukat, bir telefon görüşmesi için bütün belgeleri masanın üstünde bırakıp çıktığında Hersh, kağıtları baştan sona okumuş, sonra da gidip hikâyesini yazmıştı. Haberi 30-40 gazete ve dergiye sattı. 1970’te bu haberiyle Pulitzer Ödülü aldı.
Böylece büyük katliamın hiç olmazsa bir bölümü ortaya çıkmış oluyordu.

Ve Bir Başka Öykü: Tiger Force
ABD’nin Ohio eyaletindeki Toledo şehrinin 150 bin satışlı mütevazı gazetesi Toledo Blade, 22 Ekim 2003 tarihinde başlattığı bir yazı dizisiyle ortalığı birbirine kattı. Dizi, 1967’nin mayıs ayı ile kasım ayı arasında yaşanmış ve 36 yıl karanlıkta kalmış savaş suçlarını gün ışığına çıkarıyordu. 100’ü aşkın eski asker ve Vietnamlı ile röportajlar yapılarak hazırlanan dizide, 45 “elit asker”den oluşan özel Amerikan birliği “Tiger Force”un (“Kaplan Kuvveti”) yedi ay boyunca Vietnam köylerinde sivilleri nasıl katlettiği ayrıntılarıyla anlatılıyordu. 327. Piyade Taburu’na bağlı özel birliğin askerleri, yedi aylık dönemin sadece son 10 gününde, 10 Kasım 1967’de başlayan son “operasyon”da, komutanları yarbay Gerald Morse’dan gelen “327 ölü istiyorum” talimatı üzerine 327 Vietnamlı öldürmüşlerdi. Tiger Force’un yedi ayda toplam kaç sivil öldürdüğü hâlâ bilinmiyor ve büyük bir ihtimalle hiç bilinmeyecek. Ama çukurlara gizlenen kadın ve çocukları askerlerin el bombalarıyla nasıl öldürdükleri, yaralıların iniltilerini gece boyunca nasıl dinledikleri tanıklar tarafından anlatılıyor. 38 kalibre tabancasını canlı bir hedef üstünde denemek isteyen er Colligan’ın Chu Lai yakınlarında yaşlı bir adamı nasıl öldürdüğü.. Er Ybarra’nın ayağındaki spor ayakkabıları almak için bir genci nasıl öldürdüğü.. Ayakkabılar küçük gelince ölünün kafaderisini yüzüp tüfeğine nasıl astığı.. Teğmen Hawkins’in yaşlı bir köylüyü nasıl başından vurup öldürdüğü.. Boynundaki kolyeyi almak için bir bebeğin başının nasıl kesildiği..
Tiger Force’un 1967’deki katliamı, son birkaç yılda ortaya çıkarılan üçüncü büyük Amerikan savaş suçu. 1999 yılında da bir grup Associated Press muhabiri, Temmuz 1950’de Amerikan askerlerinin Kore’deki No Gun Ri köyü yakınlarında yaptıkları katliamı ortaya çıkarmıştı. Katliamdan kurtulanlardan biri AP muhabirine o gün yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: “Bir teğmen çıldırmış gibi, ‘herşeye ateş edin, hepsini öldürün’ diye bağırıyordu. Çocuklar.. orada çocuklar vardı. Kim olduğu önemli değildi. Yediden yetmişe.. Körmüş, topalmış, deliymiş, hepsini vurdular..”
Bir de, tanık olduğu bir görüntüyü, dehşet içindeki bir kız çocuğunun görüntüsünü hafızasından söküp atamamış bir askerin anlattıkları vardı: “Çocuk bize doğru koşuyordu. O küçük kızı öldürmeye çalışan askerleri görmeliydiniz. Makinalı tüfeklerle..”

Ve bir tanıdık yüz daha: Donald Rumsfeld
1971’de açılan ve ABD tarihinin en uzun süren askeri soruşturmasının ardından herhangi bir cezaya gerek görülmeden kapatılan Tiger Force dosyası görüşülürken ABD Savunma Bakanı olan Donald Rumsfeld, bugün de ABD Savunma Bakanı. O gün Beyaz Saray’ın kurmaylarını yöneten Dick Cheney, bugün ABD Başkan Yardımcısı.
Ve nihayet son bir not: 25 Şubat 1969’da Vietnam’ın Thang Phong köyünde, emrindeki askerlerle birlikte çoğu kadın ve çocuk bir grup köylüyü öldürdüklerini aradan 32 yıl geçtikten sonra itiraf eden Bob Kerrey, Vietnam’dan döndükten sonra önce Nebraska valisidir (Demokrat Parti’den), ardından üst üste iki dönem Nebraska senatörü olarak ABD Senatosu üyesidir. Kerrey’in bugünkü kariyeri ise New York’taki New School Üniversitesi’nin başkanlığıdır.
Sonuç olarak Vietnam, Amerikan emperyalizminin en kirli sayfalarından biridir ve bugünkü ABD yönetiminde bu bataklığa bulaşmamış tek bir kişi bile yoktur. Üstelik, asla unutulmamalı; bütün bu olaylar, yalnızca ABD makamlarının verilerinde yer alanlardır. Katliama uğrayanların gerçek öyküleri ise çoğu kez batı metropollerinde duyulmamıştır bile.

Kaynak:www.barikat-lar.de

Katliamdan birkaç fotograf




Elvada Google Reklamları :-))))))

yollayan tutbenidüşmeden on Ekim 04, 2007

Adblock'un özelliklerini keşfedin. Google reklamlarında sıkıldınız mı? Firefox kullanıyorsanız sorun değil.

Bunun İçin Önce Firefox Eklentisi Olan Adblock u indiriyoruz. ve Firefox Ta Araçlar > Adblock > Preferences diyoruz ve filter altına bunu yazıyoruz : http://*.googlesyndication.com/*

adblock indirme : https://addons.mozilla.org/firefox/10 adresinden indirebilirsiniz.


Firefox'unuz yoksa da buradan indirebilirsiniz. http://www.mozilla-europe.org/tr/products/firefox/

Dünyaya Yabancılık

yollayan tutbenidüşmeden on

Dünyaya Yabancılık
Camus denilince, edebiyat alanında ilk akla gelen yapıt, 1942 yılında yayınlanan “Yabancı”dır. Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz (burada Kafka etkisinden söz edilebilir). Camus’nün yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’



Kişi yaşama ve eylemlerine yabancılaşmıştır. Ancak buradaki yabancılaşmanın Camus için Marksist bir yabancılaşma öğretisi ile bir ilişkisi olmadığını vurgulamak gerekiyor. Buradaki yabancılaşma Camus’nün ünlü ‘absürd’ (saçma) felsefi kategorisinden çıkar. Yine kahramanına söylettiği ‘herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 yada 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir (...) İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nezaman olacağının önemi yoktur’ sözleri, çağdaş nihilizmin saçma kavramı altında irdelenmesidir.

Bu saçma/absürd kavramı o dönem Varoluşçularının önemli bir tezi. Daha sonra Sartre, Marksizmle Varoluşçuluğu buluşturma çabasıyla, saçma’yı ile daha anlamlı bir biçimde, eylemsel zorunluluğun altını çizmek adına kullanmaya çalıştı. Ama Camus’nün saçması daima metafizik öğeler taşıdı ve nihilizmin yerine ahlaki bir eylemlilikten söz etti.

Özetle söylersek, dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum saçmadır. Evrensel bir saçmalıktır bu. Bunu düşünmek çok yorucu, hayattan bezdiricidir. Yaşamın tekdüzeliği altında, makinalaşmış bir dünyada makinalaşmış insan , ölümü bile rahatlıkla kabul eder. Hayat yaşamaya değmez. Yabancı’yı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız eder, dünyanın saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir. Mersault’un yaşama sıkıntısını paralel bir sıkıntı okuyucuda da uyanır. Bütün kişilerin yaşamları ve eylemleri de boş ve anlamsız gelir size.

Bir felsefi/ideolojik görüşün bir edebiyat yapıtına yedirilişinin en iyi örneklerinden birisidir ‘Yabancı’. Ancak ‘Sisyphos Söylemi’ adlı denemesinde Camus, savlı edebiyatı şiddetle reddederek kendisiyle çelişir. Ardından, öykü anlatıcılarını değil filozofları büyük romancılar sayar ve onları Balzac, Sade, Melville, Dostoyevski, Proust, Malraux, Kafka gibi adlarla örnekler. Herhalde Camus’nün kastettiği sav, açık bir politik görüş anlamındadır ama kullanılışı pek de açık değil.

Camus’nün felsefesi
Bir önemli roman ve bir önemli felsefi denemenin artarda gelişini Camus’nün yaşamında iki kez gözleriz. ‘Yabancı’ ve ‘Sisyphos Söylemi’ bu çiftlerden ilkidir. Daha sonra ‘Veba’ ve ‘Başkaldıran İnsan’ çifti gelir. İlk çiftte saçma kavramı ve intihar, ikincisinde başkaldırı ve cinayet temaları işlenmiştir. Birincisi bireysel ikincisi toplumsal alanlarda geçer. Hepsindeki ortak nokta saçma yaşantıyı öne çıkaran ölüm olgusudur. Çocukluğunda babasının ölümü ile başlayan, yaşlı ve hastalıklı insanlarla aynı ortamı teneffüs eden ve o yıllar için yaşamı tehdit eden verem hastalığına yakalan ve son olarak da 20. yüzyılın ilk yarısındaki büyük savaş felaketlerini yaşayan yazar için ölüm duygusu her an yanı başında giden bir düşünce biçimi olmuştur.

Sisyphos Söylemi Camus’ü ve onun tarzı Varoluşçuluğu anlamak için önemli. Dünyanın saçmalığı ve yaşamın anlamsızlığını tarih ve edebiyat içerisinden belirli kişilikler aracılığıyla ele alır. Sisyphos ise bunlara alternatiftir. Çünkü o cezasını bilinçli olarak kabul etmiştir. Cezasına yol açan bütün yaşamını evetlemekle kendi kaderine egemen olur. Taş kendi taşıdır.

Kitap bir soruya verilen yanıtla başlar; “önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak felsefenin temel sorununa bir yanıt vermektir.” Bir felsefecinin saygıdeğer olabilmesi için, başkalarına öğütlediğini önce kendisi yapması gerektiği düşünülürse, Camus’nün kitap boyu bu olgu ile nasıl baş edeceği önem kazanır. Camus bu sorudan bir felsefe oyunu ile kurtuluverir; yaşam saçma olduğu için intiharı seçmek, yaşamı anlamlı bulmak gibi saçmalığa düşmektir, yani intihar da saçmadır. “Dünyanın saçmalığını sürdürmekte metafizik bir mutluluk vardır” diyen yazar, Grek düşüncesinden Hıristiyan felsefesine, oradan Nietzche’ye giden bir çizginin 20.yüzyıl aydınındaki devamıdır.

Dostoyevski, Kafka ve Camus
Camus kendisini çok etkileyen Dostoyevski ve özellikle Kafka ile karşılaştırılarak okunduğunda daha iyi anlaşılacaktır. Yabancı’nın girişinde kahramanına annesinin ölüm haberi verildiğinde, onun hissettiği sıkıntı, Kafka’nın “Değişim” inde Bay Samsa’nın böcek olduğunda hissettiği sıkıntı gibidir, her iki karakter de patronlarının keyfinin kaçacağı düşüncesi ile tedirgin olurlar.

Yabancı “Dava”daki Joseph K.’ya benzer. Birini öldürmüştür ama mahkemede bu olay değil hayatının başka yönleri tartışma konusu edilir. Bu anlamda savunma yapmak ister ama söyleyecek bir şeyi de yoktur. Yargılanır ama mahkemeden bir şey anlamaz. Mahkum olduğu kesindir ama cezası ile pek ilgilenmez. İkisinde de sonuç ölümle biter. İki yazar da ruhsal trajedilerini düşünce ile somuta dökerler. “Dava” ve “Yabancı”daki trajedi, Yunan trajedilerini andırır. Oidipus’ta da yazgı daha baştan açıklanmıştır. Yazgı mantığın ve doğalın akışı içerisinde hep vardır. Yabancı’da da cinayet işlendiğinde, ilk sorgu yapıldığında sonuç bellidir. Ama okuyucuya gerçek gibi gelmez. Öykü yavaş yavaş işler ve bize kahramanın sonunu getirecek mantıksal çerçeveyi kurar. Camus bu örgüyü Yunan trajedisinin büyüklüğünün gizi olarak açıklıyor. İnsan yalnızca kendisini ezeni yazgı olarak görür. Ama mutluluk da kaçınılmaz olduğuna göre aynı şekilde akılsal dayanaktan yoksundur, ama çağdaş insan mutluluğu kendi yapıtı olarak görme eğilimindedir.

Kafka ve Camus’de öykünün başarısı ayrıntılardadır. Gerçekliği ve saçmayı bu ayrıntılarda yakalarız. Mesela Kafka’nın “Değişim”indeki Samsa, elbette ki vücudundaki farklılaşmaya şaşar ama vurguyu yaptığı ayrıntıdır saçma kavramının altını çizen; ”hafif bir sıkıntı” vermiştir bu değişim. Yabancı’ya dönersek, Marie’nin evlenme teklifine ‘valla bence hepsi bir’ yanıtını veren kahramanın ruh durumunu en iyi böylesi ayrıntılardan anlarız.

Kolay bir yazar değildir Camus. Yapıtları simgeseldir ve çok katmanlıdır; yani iki ya da daha fazla okuması yapılabilir. Üstelik her tür okumasının da ayrı bir çekiciliği var. Dili için , bu kitapları Türkçe çevirisinden okumuş bir kişi olarak bir şey söylemem ‘saçma’ olur. Ama öyküsü, kurgusu, olay örgüsü ve zamanın kullanımı yönlerinden romanları ve öyküleri son derece başarılıdır ve yaşadığı dönemi hem edebi hem de felsefi olarak etkilemişlerdir.

A. Ömer Türkeş