Filiberto Ojeda Rios

yollayan tutbenidüşmeden on Mayıs 31, 2008



Porto-Riko; birçoğumuzun bir sömürge olduğundan haberimizin olmadığı ABD sömürgesi bir ada. Ülkenin kendi bayrağı, kendi hükümeti, kendi mahkemeleri, kendi futbol takımı vs. her eyi var. Ancak bunların hepsi ABD merkezi hükümetine bağlı. İnsanları ABD pasaportu taşıyor ancak ABD seçimlerinde oy kullanamıyor. Yıllardır dünyayı "özgürleştiren" ABD ise yanı başındaki Porto-Riko'yu özgürleştirmeye vakit bulamıyor.

İşte bu rezalete dur demek için mücadele edenlerin başında da Los Macheteros* olarak bilinen Borucia Halk Ordusu (Ejército Popular Boricua) geliyor. Filiberto Ojeda Ríos bu hareketin kurucusu ve önderi. Porto-Riko bağımsızlık hareketi tarihinin en önemli ismi.

Filiberto Ojeda Ríos 26 Nisan 1933'te Naguabo, Porto Riko'da doğdu. 15 yaşında kolej eğitimine başlayan Filiberto'nun zekâ seviyesi daha o yıllarda çevresindekilerin dikkatini çekiyordu. Ancak Filiberto'nun bu yıllardaki ilgi alanı müzikti. Filiberto gençlik yıllarında Porto Riko'nun Ponce Belediyesi’nin ünlü Salsa grubu "La Sonora Poncena"ya katılarak sahnede trompet ve gitar çaldı. 1961'de ailesini Porto Riko'dan Küba'ya taşıdı ve Küba istihbarat servisi olan Genel Haberalma Müdürlüğü'nde işe başladı. Bir yıl sonra Porto Riko'ya döndü.

1967'de kurduğu Porto Riko'nun ilk askeri politik grubu Silahlı Devrimci Bağımsızlık Hareketi (Movimiento Independentista Revolucionario Armado-MIRA) 1970'lerin başında polis tarafından dağıtıldı ve Rios tutuklandı. Ardından kefaletle serbest bırakıldı ve eski MIRA üyeleri ile Silahlı Ulusal Kurtuluş Güçlerini (Fuerzas Armadas de Liberación Nacional - FALN) kurduğu New York'a taşındı. 1976'da Ojeda Rios, Los Macheteros olarak da bilinen Borico Halk Ordusu'nu (Ejercito Popular Boricua) kurdu. Örgüt 1974 ile 1983 yılları arasında ABD'de 120'ye yakın silahlı eylem gerçekleştirdi.

Örgütün tarihindeki en önemli eylem ise 12 Eylül 1983'te gerçekleştirildi. Los Macheteros Connecticut, West Hartford'daki bir Wells Fargo (Red Kit'ten hatırlayacağımız posta ve bankacılık şirketi) deposundan yaklaşık 7 milyon dolar çaldı. Bu miktar o güne kadar ABD tarihindeki en yüksek nakit soygunu anlamına geliyordu. Bu soygunda elde edilen paranın bir bölümü Porto Riko bağımsızlık hareketini fonlamak için kullanılırken bir kısmını da (en az 2 ila 3 milyon dolar olduğu iddia ediliyor) Küba'ya bağışlandığı söylenmekte.

1985'te, 19 Los Macheteros üyesi Wells Fargo soygununa ilişkin iddialarla aranmaya başladı. Ojeda, iki yıl süren kaçışının ardından bir FBI operasyonuyla yakalandı. Operasyonda, kurşungeçirmez yeleklerle korunan 24 ajandan oluşan bir grup Ojeda'nın dairesinin bulunduğu binaya girdi. Ajanlar bitişik binalara ve bir helikoptere yerleştirilmiş keskin nişancılardan yardım aldı. Ojeda, ajanları fark ettiğinde onlara hafif makineli tüfekle ateş etti ve binanın ikinci katına çıkmaya çalışan herkesi vurmakla tehdit etti. Bu esnada, Ojeda'nın eşi Blanca Iris Serrano dairenin banyosunda dokümanları yaktı. Ajanlar binanın ikinci katına ulaşmak için merdiveni tırmanmaya çalışırken Filiberto birini yaralayacak şekilde onlara ateş etti, bu sırada keskin nişancılardan biri onu vurarak diğer ajanlara onu tutuklamak için zaman kazandırdı ve Filiberto bu şekilde ele geçirildi.

Filiberto, yerel mahkeme tarafından "Birleşik Devletler güçlerine karşı meşru müdafa içinde olduğu kararı" ile kefaletle serbest bırakıldı, ancak kaçmaması için bileğine elektronik izleme cihazı takıldı. Kısa sürede Filiberto cihazdan kurtulmanın bir yolunu buldu ve yaşamının geri kalanını kaçak olarak sürdürdü. 1992 Temmuz'unda, Ojeda Rios Federal Mahkeme tarafından gıyabında 55 yıl hapse mahkûm edildi ve Wells Fargo soygunundaki rolü nedeniyle 600 bin dolar para cezası aldı.

Filiberto Ojeda Ríos gelişmelerden sonra, 11 Eylül saldırılarına kadar, yıllarca ABD'nin en çok arananlar listesinde birinci sıradaydı.

Kaçışının ardından Porto Riko’daki bir dağ kasabası olan Hormigueros'a giden Filiberto orada bir ev inşa etti, fiziksel görünümünü değiştirdi, kendisinin simgesi olarak kabul edilen sakallarını traş etti ve gül bahçıvanı olarak Don Luis adını kullanmaya başladı. Komşuları onu yıllarca böyle tanıdılar. Ta ki 23 Eylül 2005 tarihine kadar. Uzun yıllardır Filiberto'nun peşinde olan FBI onun yerini günler öncesinden keşfetmişti. Ancak hesapları yalnızca onunla değil Porto-Riko bağımsızlık mücadelesi ile olduğundan saldırı emri 23 Eylül günü verildi. Bu tarih 1868'de, Lares köyünde bir grup Porto Rikolu devrimcinin, Grito de Lares (Lares'in Gözyaşları) adını taşıyan bir deklarasyonla İspanyol sömürge makamlarına karşı isyanın başlangıcının yıldönümüydü. İsyan hemen bastırılsa da, bu tarih Porto Rikolularca anılmakta ve bağımsızlık hareketi için bir kalkış noktası olarak seçilmekteydi. Ojeda Rios, Grito de Lares anmalarında takipçilerine gizli mekânından yaptığı açıklamalarla da ünlüydü.

23 Eylül 2005 öğleden sonra saat 3 yakınlarında FBI'ya bağlı bir özel tim, Hormigueros kasabasındaki kırsal bir çiftlik olan Filiberto Ojeda'nın evine çitleri kırarak girdi ve evine yüzlerce kez ateş etti. Bunun üzerine Filiberto ateşe on kurşunla cevap verdi. Ve harcanan fişeklerin sayısı onun 10 kez, FBI'ın ise 100 kez ateş ettiğini göstermekte. Bu kurşunlardan hiçbiri isabet etmedi. Ancak daha sonra Filiberto bir keskin nişancı tarafından vuruldu, FBI onun yaralı olduğunun farkında olmasına rağmen tam 12 saat boyunca ne eve girdi ne de kimsenin girmesine izin verdi ve Filiberto Ojeda Rios'nun kanamadan ölmesine neden oldu ki bunu - Filiberto Ojeda Rios'un hiçbir tıbbi yardım olmaksızın saatlerce kanayan tek bir yaranın neden olduğu aşırı kanamadan öldüğü gerçeğini - yetkili sorgu yargıcının doğrulamasına ve Porto-Riko Adalet Bakanlığı'nın taleplerine rağmen olayın sorumluları hakkında dava açılmadı.

FBI'ın resmi açıklaması** ise tam bir trajedidir. FBI resmen Filiberto'nun yaralı olduğunun farkında olduklarını kabullenmiş, ancak içeri girmeye cesaret edemedik gibi saçma bir açıklamayla Fİliberto'yu ölüme terkettiklerini itiraf etmiştir. Filmlerde bol bol hayat kurtaran, tehlikeleri göze alarak düşmanını sağ ele geçirmeye çalışan FBI ajanları ya bu operasyonda görevlendirilmemişlerdi ya da emir zate büyük yerdendi ve zaten öldürmeye geldikleri için içeri girip bir de risk almaya gerek yoktu.

Filiberto'nun katli Porto-Riko halkının yoğun tepkisine ve mücadelelerini daha da hızlı sürdürmelerine neden oldu.

Filiberto Ojeda Rios yaşamı ve mücadelesi ile Latin Amerika halklarının efsaneleştirdiği bir önder.
Filiberto Ojeda Rios ABD'nin yanı başında ona karşı 40 yıldan beri verilen onurlu direnişin simgesi.
Filiberto Ojeda Rios dünya halklarının özgürleşme mücadelesi tarihinde parlamaya devam eden bir yıldız.

Onurlu bir yaşam için direnişlerini sürdüren halklar seni hiç unutmayacak

* Los Macheteros kamışları kesmek için pala ("machete") kullanan şeker kamışı hasatçılarına verilen addır. İspanya'ya karşı ayaklanmalarda halk İspanyol askerlerine karşı bu palalarla savaştığı için ayaklanmacılar bu adla anılmaktadır.

** FBI'ın kendi sitesinde yayınladığı resmi açıklamanın konuyla ilgili bölümü tam olarak şöyle: FBI Filiberto Ojeda Rİos ve Macheteros'un patlayıcılarla ilgili geçmişi konusunda bilgi sahibiydi. Güvenlik nedeniyle(eve girmeden) ekstra ajanlar, polis köpekleri , ek ekipman ve o sırada ABD'de bulunan bir özel taktik tim istenmiştir.

İNSAN PAZARI

yollayan tutbenidüşmeden on Mayıs 20, 2008

gondulardan gelmişik
açlık nedir bilmişik
aman ağbey yaman ağbey
gör bizi

sabahın seherinde sıcak yataktan
kopmuşuk da gelmişik bu güvenpark'a
gelmişik de birikmişik bu güvenpark'ta
'angara angara güzel angara'
aman ağbey yaman ağbey
gör bizi

çorum'lardan suvas'lardan oluruk
çangırı'dan ezirgan'dan gelirik
gırşeher'den yozgat'tanık vallaha
anşe'lerik fatma'larık gülüzar'larık
güllü'lerik hatçe'lerik ağbeyim
açlık nedir bilirik
hele sen bir al bizi
hele sen bir olur de
biz her işi görürük

cam silerik parıl parıl
halı kilim silkerik
ağartırık gap-gacağı
aş da yaparık
çamaşır dikiş nakış
yatak da gabartırık
süpürürük tertemiz
gül-gülüstan ederik
bakma öyle kibir kibir ağbeyim
bakma öyle horgörük
hele sen bir olur de
hele sen bir al bizi
hele sen bir goku sür
sultan olur sekerik
açlığın dini olmaz ağbeyim
yoksulluğun vatanı
kör olasın gahpe devran
biz açlığı bilirik

güvenpark'ta bir anıt var
gördün mü
aha böyle yamrı yumru bir daşdan
bildin mi
yazıyo ki o anıtta ağbeyim
'övün çalış güven türk'
garga bokun yememiş
it deşmemiş çöplüğü
biz gelirik gondulardan ağbeyim
aha orda bekleşirik
beklerik ki gelsinler
bizi ordan alsınlar
yap desinler aha şunu
yap desinler aha bunu
üşenmezik erinmezik
biz her işi görürük
yeter ki gelsin epmek
yeter ki brakmasın bu can bu teni

türkük diye övünüyok ağbeyim
açlık türkü bilmiyo ki
varak diyok iş üstüne
çağır çağır gelmiyo ki
çalışsak da güvensek da ağbeyim
övünsek da olma mı
anam sayrı üç yıldır
babam işsiz ağbeyim
gardaşlarım daha güççük
daha suçsuz ağbeyim
birileri gelse de alsa ya beni
yuğsam da arıtsam ya kirlilerini

dersim'lerden suvas'lardan oluruk
gıtlıklardan gıyımlardan gelirik
erinmezik üşenmezik ağbeyim
biz açlığı bilirik
güvenpark'ta o anıta
selam saygı ederik

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Aşk Üstüne - Montaigne

yollayan tutbenidüşmeden on Mayıs 17, 2008

http://humanities.uchicago.edu/orgs/montaigne/portrait/008-Anonymous-17th%20century.jpg


AŞK ÜSTÜNE

Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir, gibi geliyor bana. Venüs'ün bize verdiği şey sonunda bir boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates'e göre aşk, güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği o acayip gıdıklama, Zenon'u, Kratippos'u düşürdüğü o delice, budalaca, saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat, sonra nedir o birden kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip kendinden geçme? Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son kertesinde acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara bakınca, Platon'un dediği gibi, tanrıların insanı kendilerine oyuncak diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum. Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla delileri, insanlarla hayvanlarıbirleştirmek istemiş. İnsanların en ağırbaşlısını o bilinen hal içinde bir düşündüm mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.

Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. Biz de pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği işlere engel olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz. İşte gelgelelim öteki iş bütün düşünceleri, Platon'un bütün felsefesini ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve, insanlığımızdan çıkartıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın da bulun bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir? Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de uyumada anladığını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp yokeder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder. Onu sadece mayamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir belirtisi sayabiliriz kuşkusuz.

Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en soylusunu, en yararlısını, en güzelini de ona bağlamıştır bir yandan da bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız, perhizi sevap sayarız. Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha büyük hayvanlık mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları, kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel arzunun kötülenmesidir. Onun bir cezalanması demek olan sünnet bir yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta, bu işe yarayan taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya... İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, gelmiş meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles ülkesinin bir deyimine göre birini iyileştirmenin öldürmek anlamına geldiğini söyler.

Bazı uluslar yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada: Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine, güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu bayan iştahı olduğu zaman herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek yerken görmeye, ne de başkalarının kendini yerken görmesine katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir iştir. Türk padişahının ülkesinde birçok insanlar varmış ki başkalarından üstün sayılmak için kendilerini yemek yerken göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini param parça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar demek doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaratılışlarını hor görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o kadar iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevklerini başının belası sayıyor. Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan insanlar da var. Sağlık, sevinç içinde olmak onlar için en zararlı, en belalı hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av kendi kendimizdir.

O miseri! quorum guadia crimen habent. (Gallus)

Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar.

Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir yerde değişmez yasalarını hor görür, sonra o senin yaptığın, bir taraflı acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar özel, dar, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde arıtıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak, bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor. (Kitap 3, bölüm 5)







DENEMELER

Michael De MONTAIGNE

Türkçesi: Sabahattin EYUBOĞLU

Cem Yayınevi

29. Basım 1997

Sf. 49-52

MENDİLİMDE KAN SESLERİ

yollayan tutbenidüşmeden on

MENDİLİMDE KAN SESLERİ

Her yere yetişilir

Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer 
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
Edip CANSEVER 

Faşizmin sıradanlaşmış hali

yollayan tutbenidüşmeden on Mayıs 10, 2008

Faşizmin sıradanlaşmış hali

Eren KESKİN

Geçtiğimiz hafta sonu, bindiğim bir taksinin şoförüyle yaptığım konuşma, bana Türkiye’de faşizmin ne kadar sıradanlaştığını, şovenizmin nasıl korkunç boyutlarda olduğunu bir kez daha hatırlattı.

Aslında, mesleğim gereği çok fazla taksiye binen ve taksicilerle sohbet ederek, adeta Türkiye’nin nabzını tutmaktan çok zevk alan bir kişiyim. Ancak anlatacağım taksiciyle yaptığım sohbet, gerçekten korkunçtu.

Taksiye biner binmez, çoğu zaman olduğu gibi, taksici bana “abla ne iş yapıyorsun” diye sordu. Avukat olduğumu söyleyince, “Ben de siyasiyim abla”, “Benim de çok davam var” dedi. Ben sevindim. İşte tam konuşulacak kişi diye düşünürken, kendimden çok emin bir şekilde, hangi davadan yargılandın diye sordum. O da, “Ben yıllarca Ülkü Ocakları başkanlığı, MHP ilçe başkanlığı yaptım”, “16 tane adam yaralamadan davam var”, “Hep Kürtleri yaraladım. Kürt görmeye tahammülüm yok abla", “Bir tek iyi Kürt vardır o da ölü Kürt’tür” diye devam etti. O anda arabadan inmek istedim. Ancak, onu konuşturmak da istiyordum. Devam etti. Yıllarca Alaaddin Çakıcı’yla çalıştığını, emniyet müdürü Sadettin Tantan tarafından nasıl korunduklarını, çek senet işlerinde nasıl çalıştıklarını, ülkücü avukatların icra işlerini kendilerinin hallettiğini anlattı.

Ardından da, karısının da siyaseti çok sevdiğini ve onun da CHP'de çalıştığını, aslında MHP ile CHP'nin kardeş parti olduklarını, Deniz Baykal’a büyük saygı duyduğunu söyledi. Ve ardından tekrar ekledi. “Abla bizim tek bir düşmanımız var, o da Kürtler”, “bütün Kürtler PKK’lidir ve bizim düşmanımızdır”, “Ben arabaya bir yolcu aldığımda ona hemen nereli olduğunu sorarım, eğer Güneydoğulu ise, hemen arabadan indiririm”.

Artık ineceğim yere yakınlaşmıştık. “Neden bana nereli olduğumu sormadın” dedim. Gülerek “Abla Kürt olmadığın o kadar beli ki” dedi. Artık iniyordum. Parayı verirken, “Adım Eren Keskin, sol görüşlüyüm ve Kürdüm, Abdullah Öcalan’ın da avukatıyım” dedim. Adam, bir yandan parayı alırken, bir yandan şaşkın şaşkın bakıyordu. Ve tam inerken, “nasıl da tanıyamadım” sözünü duydum.

Aynı gün, televizyon haberlerinde günlerdir hepimizi endişeye sürükleyen, İtalyan sanatçı PİPPA Bacca’nın tecavüz edilerek öldürüldüğünü öğrendim. O’nun katili ile taksici birbirlerine o kadar çok benziyorlardı ki, eminim Bacca’nın katili de taksici gibi Türk ırkçısı, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yarattığı, faşizmin ve militarizmin bize dayattığı erkek ideolojisinin ürünü bir insan kopyasıydı.

Ve bir kez daha yanı başımızda yaşadığımız, alışveriş yaptığımız, taksilerine bindiğimiz, her an karşı karşıya gelebildiğimiz birçok insanla nasıl da farklılaştığımızı ve bunu dönüştürecek ve değiştirecek bir siyasete nasıl da ihtiyacımız olduğunu düşündüm.

Aslında hep söylüyoruz. Kadın ve erkek arasındaki ezme-ezilme ilişkisine karşı çıkarken, aynı zamanda bu ilişki biçimini dayatan ırkçılığa, şovenizme, kapitalizme ve militarizme de karşı çıkmak gerekiyor. Böyle bir mücadele hattı tutturabildiğimizde ve bu mücadele biçimini kitlelere yayabildiğimizde, her şey çok daha farklı olacak. 15 Nisan 2008