GİORGİ SAAKADZE BÜYÜK GÜRCÜ SAVAŞÇI

yollayan tutbenidüşmeden on Şubat 22, 2009

http://bpg.sytes.net/chveneburi/userfiles/image/Kitaplar/266_giorgi_saakb.jpg

Yürekliliği, heybeti ve attığı naralarıyla saldırgan Osmanlı ve İranlılara karşı savaşlardaki başarılarıyla dikkatleri üzerine çekti. Kral onu başkomutan yapmakta gecikmedi.





8 Ocak 1996’da öldürüldü Metin Göktepe. Kolluk güçleri önce “duvardan düştü” dedi. Ailesi, arkadaşları, gazetesi, meslektaşları, emek ve demokrasi güçleri katillerin peşine düştü. Bu mücadele sürecini ve aramızdan ayrılışının 12. yılında Metin Göktepe’yi FATİH POLAT, Mavi Defter için yazdı.
Fatih POLAT *

Metin Göktepe olayı bugüne kadar çeşitli yönleriyle yazıldı, kitap oldu ve Türkiye’de egemen güçlerle gazeteciler arasındaki ilişki benzer biçimde sürdüğü sürece de yazılmaya devam edecek.

Sevgi ve saygıyla andığım çalışma arkadaşım, değerli dostum Metin’in kişisel özellikleri ve insani yönüne dair, konuyu takip edenler açısından genel bir izlenimin şu ana kadar oluşmuş olduğunu da varsayarak, bu yazıda iki temel yön üzerinde durulacak.

Bunlardan ilki, iki sınıf arasındaki çelişki ve bölünmenin Metin Göktepe gerçeği özelinde kendisini somut bir biçimde göstermiş olmasıdır.

Marksizmin devlet tahlili, devletin bir sınıfın diğer sınıf üzerinde baskı ve egemenlik aracı olduğu gerçeği Metin Göktepe olayında bütün çıplaklığıyla görülmüştür.
Metin Göktepe’nin her gazetenin ve gazetecinin ilgi göstermeyeceği bir haberi, Ümraniye Cezaevi’nde katledilen iki devrimci tutuklunun cenaze törenini izlemek istemesi, onun gazeteciliğinin sınıfsal özü, sınıfsal seçiciliğinden bağımsız değerlendirilemez. Yine cenazenin gerçekleştiği Alibeyköy’e gelindiğinde karşılaşılan polis barikatını aşmak konusunda Metin’in diğer gazetelerdeki arkadaşlarına nazaran daha inatçı davranması da yine onun gazetecilik anlayışının dolaysız bir sonucudur.
Çalıştıkları holding medyasının “baron” yöneticilerinden farklı bir gazetecilik duyarlılığına sahip olduklarını bildiğimiz muhabirler, basın kartlarında yazılı olan gazetelerin adı nedeniyle Metin’in yaşadığı sondan kurtulurken, Metin “Evrensel muhabiri” olduğu için özel bir muameleye tabi tutulmuştur.

Çünkü Evrensel, o cenaze törenine katılanlar için toplu gözaltı emrini vermiş olan dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar ve yardımcısı Kemal Bayrak’ın, hınç duyduğu bir sınıfın çıkarlarını savunan bir gazetedir.

Metin’i gözaltına almış olan Çevik Kuvvet mensupları da varlık nedenlerini, Metin’in çıkarlarını savunduğu sınıfın eylem ve kalkışmalarına karşı “düzeni korumak” olarak görmektedirler. Tam da bu nedenle, buna uygun bir politik seçicilikle o üniformanın içine sokulmuşlardır. Aslında alt sınıflardan gelen, ancak egemen sınıfların çıkarına göre inşa edilmiş bir düzenin devamını zora dayalı olarak sürdürmek görevini gönüllü olarak yapacak kadar kendi sınıfına yabancılaşmış olan bu kişiler, şekillendirildikleri faşist mevzuatın da etkisiyle Metin’i katledecek kadar dövmekte bir sakınca görmemişlerdir. Arkalarındaki tarihsel gerçeklik de onları bu konuda rahat ve özgüvenli olmaya koşullamaktadır. 1990’ların başlarından Metin’in katledilmesine kadar geçen süreçte arka arkaya katledilen onlarca gazetecinin faillerinin hiçbirinin bulunup cezalandırılmamış olması bu özgüveni zaten tarihsel bir hak olarak onlara vermiştir.

Ancak atladıkları bir nokta, onların “derin” eylemdaşlarına kıyasla şehrin ortasında, göz önünde eylemlerini gerçekleştirmiş olmaları ve suçüstü yapılmaya çok elverişli bir durumda bulunmalarıydı. Elbette bu tespit, aşağıda da değineceğimiz gibi, başka bir dizi etkenle birlikte ele alınmadığı takdirde, Metin’in katillerinden en azından bir kısmının cezalandırılmasını sağlayan kararlı ve örgütlü mücadelenin neferlerinin emekleri ve başarıları atlanmış olacaktır.

Metin katledildikten sonra dönemin yetkililerinin yaptıkları ilk açıklamanın, “duvardan düşerek öldü” biçiminde olması da yine aynı sınıfsal refleks bağlamında yerli yerine oturtulabilir ancak.

Ve gelişen örgütlü baskı karşısında dönemin başbakanının, aranan sanık polisler için “teslim olacaklar, ancak can güvenliklerinden korkuyorlar” biçimindeki açıklaması da yine aynı sınıfsal refleksin bir başka tezahürüdür.

Metin’in davasının, kitlesel örgütlü takibi kırmak için ilden ile sürülmesi ve açık sorumlulukları bulunduğu halde Taşanlar ve yardımcısının korunması da aynı sınıfsal zincir içinde değerlendirilmelidir.

Tüm bunlar alt alta konulduğunda, Metin’in gözaltına alınıp öldürülmesinden katil polislerin yargılanması konusunda yargı bürokrasisinde görülen gönülsüzlüğe kadar her biri, iki sınıf arasındaki büyük fotoğrafın içindeki küçük birer karedir.

Metin Göktepe olayının gösterdiği ikinci büyük gerçek ise adalet ve basın özgürlüğü gibi kavramların sınıfsal içeriğine dairdir. Genel bir bakışla var olan düzendeki adalet sisteminin “mülkün temeli”ni teşkil ettiği ve mülksüz sınıfların açık mağduriyetleri karşısında bile son derece gönülsüz olduğu bir gerçektir. Ancak bir sınıfın diğer sınıfa karşı baskısı karşısında, ezilen sınıfın direnişi ve düzeni değiştirme mücadelesi de yine bu sosyal gerçeklik içinde olmakta, yargı süreci alttan gelen baskıyla alışık olmadığı bir kararı almaya mecbur bırakılabilmektedir.

Dolayısıyla “devlet katleder, yargı da üstünü örter” anlayışı, bir mücadele süreciyle değişime zorlanmadığı sürece nihilize bir kanıksamadan öte bir anlam taşımayacaktır. Göktepe davasının gösterdiği ikinci büyük gerçek de budur: Biz sahip çıkarsak, katiller yargılanabilir.

Metin’in katledildiği gün toplu gözaltı emrini veren ve Göktepe davasının derinleşmemesi için özel bir gayret gösteren dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar’ın bu olayda yargılanıp mahkum edilememiş olması da iki sınıf arasındaki çatışma ve mücadele düzeyinin, henüz bunu sağlayacak boyutta olmaması nedeniyledir.

Tüm bunlarla birlikte Metin Göktepe olayında, gözaltında katletme eylemi nedeniyle bir grup polisin cezalandırılıp hapis yatmış olması, başından itibaren bu davanın peşini bırakmayan basın emekçileri, ailesi, Metin’in kurucu üyelerinden biri olduğu partisi, avukatları ile emek ve demokrasi güçlerinin başarısıdır.

Katledilişinin 12. yılında Metin’i sevgi ve saygıyla anarken, adaletin ancak, mülksüzlerin, mülk sahiplerinin düzenine karşı ciddi ve örgütlü bir direnç gösterebildiği durumda, ezilenler için de işleyebileceğini asla unutmamak gerekiyor. Ve adalet AB’den ya da başka bir yerden gelecek, kağıt üzerindeki maddelerin içinde duran ve ihtiyaç duyanların imdadına yetişecek olan bir şey değildir. Adalet, demokrasi ve basın özgürlüğü ancak mücadele edilerek kazanılabilir şeylerdir ve kazanıldıktan sonra da, “harcamakla bitmeyecek büyük bir miras” gibi bir kenarda durmazlar. Sınıflı bir dünya da, hayat da, adalet de ezilen emekçi yığınlar ve onların temsilcileri için asla cömert değildir. Ancak mücadele edilerek ve mücadele edildiği kadar kazanılabilir. Kalıcılığı da bu mücadelenin sürekliliğine bağlıdır. Metin Göktepe gerçeğinin öğrettiği en önemli gerçeklerden biri budur.


* Evrensel Gazetesi Yazı İşleri Müdürü

Esaretin Bedeli

yollayan tutbenidüşmeden on Şubat 20, 2009

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/e/e6/Esaretin-bedeli.jpg

Şaibeli bir şekilde karısını öldürmek suçundan Shawshank hapishanesine gönderilen Andy Dufresne (Tim Robbins), burada hiç alışık olmadığı bir hayat mücadelesi vermeye başlar. Hapishanede tanıştığı Ellis Boyd Redding (Morgan Freeman) en yakın dostu olur ve kendi deneyimleriyle Dufresne'e mücadele gücü verir.
Bu filmi beğenmeyen yok sanırım :-)

Tehlikeli Yemekler

yollayan tutbenidüşmeden on

http://static.ideefixe.com/images/144/144103_2.jpg

Aşk ve yemek bir ihtiyaçtır.
...
Andhreas Staikos Türkçeden önce on dört dile çevrilen romanı Tehlikeli Yemekler'de sıradışı bir aşk üçgeni yaratmış. Romanın karakterleri büyüleyici ve fettan Nana ile ona delicesine tutkun iki erkek. Aşıklar Nana uğruna birbirlerine giriyor ama alışılmış olduğu gibi yumrukla, kılıçla, tabancayla değil; bu tutku üçgenindeki düello silahları, kereviz sapı, uskumru filetosu, sarmısak, biber... Bir yandan bildik entrikalar ve cinsel tutku devam ederken bir yandan da iki aşık, mutfaktaki hünerlerini göstererek Nana'yı etkilemeye ve birbirlerini safdışı bırakmaya çalışıyor. Roman heyecanlı bir sona doğru ilerlerken, her bölüme aşıkların özene bezene hazırlayıp Nana'ya sundukları baştan çıkarıcı yemek tarifleri eşlik ediyor... Tehlikeli Yemekler keyifli bir okumanın yanında aşk mutfağının sırlarını da vaat ediyor. (arka kapak)

BOLES

yollayan tutbenidüşmeden on Şubat 19, 2009

BOLES

Maksim Gorki

Tanıdıklarımdan biri bana şu hikâyeyi anlattı bir gün:


"Moskova'da öğrenciyken, "malûm kadınlar"dan biriyle, anlarsın ya, komşuluk etmek zorunda kalmıştım. Tereza adında bir Polonyalıydı. İriyarı, kömür küfesinden çıkmış gibi kara bir kadındı. Birbirine bitişik kaşları, baltayla yontulmuşçasına kaba saba bir suratı vardı. Karanlık gözlerinin hayvanca parıltısından kalın ve gür sesinden, külhani tavırlarından, satıcı kadınlara benzer iri gövdesinden ürkerdim... Ben tavan arasında oturuyordum. Onun kapısı da tam benimkinin karşısındaydı. Kadının evde olduğunu bildiğim zamanlar kapımı hiç açmazdım. Gerçi evde bulunduğu yoktu pek. Arada bir merdivenlerde ya da avluda karşılaştığımızda, yüzüme bakarak, bana yırtıcı ve arsızca gelen bir tavırla gülümserdi. Çok kez fitil gibi sarhoş, saçı başı darmadağın görürdüm onu. Bu sırada gözler kayar, yüzüne her zamankinden daha çirkin bir gülümseme yayılır:
- iyisiniz inşallah bay öğrenci! derdi. Arkasından da iğrentimi büsbütün arttıran aptalca kahkahalar atardı. Bu gibi karşılaşmalardan ve selamlaşmalardan kurtulmanın tek çaresi evden ayrılmaktı. Fakat penceresi geniş bir manzarayı kucaklayan şipşirin bir odam vardı. Sokağımız da çok sessizdi... Sıkıyordum dişimi. Bir sabah yatağıma uzanmış, üniversiteye gitmemek için birtakım bahaneler bulmaya çalışarak yatarken, birdenbire kapının açıldığını ve iğrenç Tereza'nın o kalın sesiyle:
- İyisiniz inşallah bay öğrenci!..diye seslendiğini işittim.
Kadının sıkıntılı yüzünde yalvaran bir anlatım vardı... Tuhaf, alışılmadık bir şeydi bu.
- Ne istiyorsunuz? dedim.
- Şey... efendim... Sizden bir dileğim var da...Artık ne kadar zahmetse...
Yattığım yerden: "Numara yapıyor!" diye düşündüm. "Sıkı dur Yegor! Seni yoldan çıkarmak niyetinde bu canavar." Kadın yalvaran bir sesle, ezile büzüle sözlerini tamamladı:
- Şey... Memlekete bir mektup yazdırmak istiyordum da...
İçimden: "Hay Allah kahretsin! Çattık!" diye düşündüm, kalkıp masanın başına geçtim, bir kâğıt çekip:
- Şuraya geçin, oturun ve söyleyin... dedim.
Tereza içeri girdi, sandalyenin bir kıyısına ilişti, suçlu suçlu yüzüme bakmaya başladı.
- Evet... Mektup kime yazılacak?
- Varşova yolu üzerindeki Sventsyan kenttinde Boleslav Kaşput'a.
- Peki... Söyleyin bakalım...
- Sevgili Boles'im... Canımın içi... Bennim biricik sevgilim... Meryem Anamız seni korusun! Altın yüreklim... Mahzun kumruna, Tereza'na niçin çoktandır mektup yazmıyorsun?...
Az kalsın basıyordum kahkahayı. Bir metre yetmiş beş santim boyunda, yumruğu bir batman ağırlığında, ömrü boyunca baca temizleyip bir kez olsun yıkanmamış gibi kapkara suratlı bir mahzun kumru!.. Gülmemi güçlükle tutarak:
- Kim bu Bolenz? diye sordum.
Kadın, Boles, adını bozarak söylememden incinmişçesine:
- Boles nişanlımdır, bay öğrenci... dedi.
- Nişanlınız mı?..
- Beyefendi niçin şaşırdılar?
Bir genç kızın nişanlısı olamaz mı?.. Sevsinler genç kızı!.. Büsbütün şaşırmıştım ya, bozuntuya vermemeye çalışarak:
- Yoo... diye karşılık verdim. Niçin olmasın? Her şey olabilir... Çoktan beri mi nişanlısınız?
- Altı yıldır...
Vay canına!.. Neyse... Böylece mektubu yazdık bitirdik. Hem de öyle ateşli bir aşk mektubu oldu ki, hani yazdıranı Tereza değil de ondan az daha ufak bir başkası olsaydı bu Boles'in yerinde olmak isterdim doğrusu. Tereza başını eğerek:
- Oldu... dedi.
Yardımınız için size çok teşekkür ederim bay öğrenci! Acaba ben de size bir hizmette bulunabilir miyim?
- Hayır, eksik olmayın!
- Hani, bir yırtığınız, söküğünüz varsa....
Bu kadın kılığına girmiş fil eskisi, iyiden iyiye tepemi attırmaya başlamıştı. Sert bir tavırla, onun herhangi bir hizmetine gereksinmem olmadığını bildirdim. Çıkıp gitti.

Aradan iki hafta geçti... Bir akşamüstü ıslık çalarak pencereden dışarı bakıyor, ne yapabileceğimi düşünüyordum. Hava bozuk olduğu için bir yere gitmek istemiyordum. Canım sıkılıyordu. Bir ara kendimi eleştirmeye koyuldum. Bu da oldukça sıkıcı bir iştir ya, başka bir şey yapmak gelmiyordu içimden. Bu sırada kapı açıldı. Çok şükür. Bir gelen var...
- Bay öğrencinin acele bir işleri var mıydı acaba?..
Hay Allah!.. Tereza'ymış.
- Hayır... Ne istiyorsunuz?
- Beyefendiden bir mektup daha yazmalarıını dileyecektim de...
- Pekala... Boles'e mi yine?
- Hayır, bu kez mektup ondan gelecek.
- Nee?..
- Oh, ne sersemim?.. Bağışlayın... ben.... yani... demek istedim ki... Kadın arkadaşlarımın birinden... Yani... kadın değil de bir erkekten demek istiyorum... Kendisi yazmıyor... Fakat bir nişanlısı var... Adı da benimki gibi, Tereza... işte sizden bu öteki Tereza'ya mektup yazmanızı dileyecektim de...
Yüzü allak bullak olmuştu. Karşımda sallanıp duruyor, titreyen ellerini oğuşturuyordu... işi anlamaya başlamıştım...
- Bana bakın bayan! Bu ne Boles işi, ne de Tereza. Yalan söylüyorsunuz! Boş yere uğraşmayın; sizinle ahbaplığa niyetim yok... Anladınız mı?
Kadın birdenbire tuhaf bir korkuya kapıldı. Yüzü kıpkırmızı oldu, sendeledi, bir şeyler söylemek istercesine dudakları kıpırdadı. Fakat ağzından tek sözcük çıkmadı. işin nereye varacağını bekliyor, beni yoldan çıkarmak istediğini sanmakla da bir parça yanıldığımı sezinliyordum. Anlamadığım başka bir şeyler vardı galiba. Tereza neden sonra:
- Bay öğrenci... diye sözü başlamışsa daa ansızın elini sallayarak sert bir hareketle geri döndü, çıkıp gitti, içimde kötü bir duyguyla öylece kalakalmıştım. Sonra kapısını şiddetle çarptığını işittim... Kızmıştı besbelli...
Bir süre düşündüm; gidip onu geri çağırmaya, ne isterse yazmaya karar verdim. Odasına girdiğimde, dirseklerini masaya dayamış, başını ellerinin arasına almış oturuyordu.
... Bu hikâyeyi anlatırken burasına geldiğimde hep bir tuhaf olurum nedense... Ne aptallık! Neyse...
- Bana bakın, dedim...
Kadın yerinden fırladı, gözleri parlayarak üstüme yürüdü, ellerini omuzuma koydu ve fısıltıyla, daha doğrusu hırıltıyla:
- Ne olacak? dedi. Ha, ne olacak? Evet, tam bildiğiniz gibi! Boles Moles yok... Tereza da yok! Ama size ne bundan? Kağıt üzerinde kalemi oynatıvermek çok mu zorunuza gidiyor? Ha? Ah sizler! Mahallebi çocukları! Evet!.. Ne Boles var, ne de Tereza! Yalnız ben varım! Ne çıkar bundan? Ha? Ne çıkar?..
Bu karşılama serseme çevirmişti beni.
- Durun hele, dedim. Ne demek istiyorsunuz? Boles diye biri yok mu yani?
- Evet yok! Ne çıkar bundan?..
- Ya Tereza, o da mı yok?
- Tereza da yok! Tereza ben'im!
Hiçbir şey anlamamıştım. Gözlerimi faltaşı gibi açmış, kadının yüzüne bakıyor; hangimizin delirdiğini anlamaya çalışıyordum. Tereza yeniden masaya doğru gitti, bir şeyler arandı, sonra yanıma geldi ve incinmiş bir sesle:
- Boles'e yazmak size bu kadar güç geldiyse, alın mektubunuzu! dedi... Alın!.. Ben başkalarına da yazdırabilirim... Bir de baktım, Boles'e yazdığım mektubu tutuyordu elinde... Vay canına!..
- Bana bakın Tereza! dedim.
Ne demek oluyor bütün bunlar? Niçin başka mektuplar yazdırasınız? Göndermiyorsunuz ki onları...
- Kime gönderecekmişim?
- Kime olacak... Boles'e!
- Ama Boles diye biri yok ki!..
Şaşıp kalmıştım! Ne halin varsa gör deyip ayrılmaktan başka çare kalmamıştı. Fakat kadın durumu açıkladı, incinmiş bir sesle:
- Ne çıkar? diye söze başladı. Yoksa yok!
(Ve sanki onun niçin olmadığına akıl erdiremiyormuş gibi ellerini iki yana açtı.)
Ama ben olmasını istiyorum... Ben de herkes gibi insan değil miyim?.. Evet... biliyorum... biliyorum ama... ona mektup yazmamın kimseye bir zararı yok ki...
- Afedersiniz, kimden söz ediyorsunuz?
- Boles'ten...
- Hani Boles yoktu?..
- Ah, Meryem Ana!.. Yoksa yok, ne çıkar bundan?.. Yok, ama varmış gibi geliyor... Ona mektup yazıyorum ve böylece var oluyor... O da bana Tereza'ya karşılık veriyor... Sonra ben yeniden yazıyorum...

Anlamıştım... O an ne kadar üzüldüğümü, utandığımı anlatamam... Bir insan yaşıyordu üç adım ötemde... Sevgiye, yakınlığa gereksinimi olan ve bunu hiç kimsede bulamayan bir insan, sonunda kendi kafasının içinde kendine bir sevgili yaratmıştı...

- Boles'e yazdığınız mektubu başkalarına okutup dinliyorum... O zaman Boles varmış gibi geliyor bana... Şimdi de Boles'ten Tereza'ya... yani bana... bir mektup yazmanızı diliyorum sizden... Onu başkalarına okutup dinlediğimde Boles'in varlığına büsbütün inanacağım. Yaşamak benim için daha kolaylaşacak...

... işte böyleyken böyle!.. Aklıma geldikçe bir tuhaf olurum!.. O günden sonra düzenli olarak haftada iki kez Tereza'nın Boles'e mektuplarını, Boles'in de yanıtlarını yazmaya başladım. Yanıtları özene bezene kaleme alırdım... Tereza bunları dinlerken o kocaman sesiyle avaz avaz ağlardı... Ve düzmece Boles'in mektuplarıyla ona gözyaşı döktürmemin karşılığında çoraplarımı, gömleklerimi yamar, söküklerimi dikerdi.
Bu mektup hikayesinden üç ay sonra bir nedenden hapse attılar onu. Şimdi ölmüştür belki de..."

Dostum sigarasının külünü üfledi, dalgın bir tavırla gökyüzüne bakarak sözlerini tamamladı: "işte böyle... insan acıyı tattıkça sevecenliği daha çok arar...
Ama köhnemiş erdemlerimizin duvarları arasına sıkışan, birbirimize tepeden bakan bizler bunu anlayamıyoruz. ...

Maksim Gorki
Çeviren: Ataol Behramoğlu

Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?

yollayan tutbenidüşmeden on Şubat 11, 2009

  • Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
    Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
    Sevmek için güzele mi bakmalı?
    Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?
    Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
    Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?
    Hırsızlık; para, malmı çalmaktır?
    Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?
    Solması için gülü dalından mı koparmalı?
    Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?
    Öldürmek için silah, hançer mı olmalı?
    Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?


Victor Hugo