Tanıdık

yollayan tutbenidüşmeden on Aralık 18, 2007



Karikatürler

yollayan tutbenidüşmeden on







Yasaklı harfler ülkesi: Türkiye!

yollayan tutbenidüşmeden on Aralık 17, 2007

Yasaklı harfler ülkesi: Türkiye!

XQW yasak!Aslında yazının başlığını Kürt fobisi altında ezilen devlet olarak atmak da mümkündü. Ama biz "fobilerden" birisini, son günlerde öne çıkan "harf fobisini" başlığa çıkardık.
Devletin Kürt fobisi bir dizi olayla gündeme taşınıyor. Kimi zaman komik, kimi zaman âcizane gerekçelerle fobinin -ve olayların- üzeri örtülmeye çalışılıyor. Ama başarılamıyor. Kendisini dayatan sorunlar, talepler karşısında binbir türlü engellemeler, "çağdışı" yasaklar sorunları ve talepleri ortadan kaldırmaya yetmiyor. Çözümsüzlük çözüm olamıyor!

KOMEDİNİN YASAĞI...

Bir tiyatro oyununda dekor olarak kullanılan "sineklik" sarı, kırmızı, yeşil renkler taşıdığı ve bu renkler üzerinden bölücülük yapıldığı gerekçesiyle oyunun yönetmeni ve oyuncular hakkında koğuşturma açıldı... Yetmedi... Kürtçe'nin kullanılmasında bir sakıncanın olmadığının söylendiği günlerde bir Kürt stand-up sanatçısı olan Murat Batgi'nin sahnede izleyicilere dönüp: "Hep şarkıcıları siz dinliyorsunuz, biraz da onlar sizi dinlesin!" diye espri yapması ve izleyicilerin de bunun üzerine bir türküyü Kürtçe dilinde mırıldanması üzerine Murat Batgi "bölücülük yaptığı" suçlamasıyla tutuklandı. Sanatçı Ferhat Tunç yapılan bir konserde yaptığı bir konuşma nedeniyle bölücülük suçlamasıyla koğuşturmaya uğradı, tutuklandı; daha sonra serbest bırakıldı. Yine Rojin isimli bir sanatçı söylediği bir şarkıdan ötürü tutuklandı...
Bütün bu kara mizah örneklerinin yaşandığı süreçte isim yasağı konusunda da bir dizi karmakarışık uygulama sürdü, Kürtçe isim takılması binbir cambazlıkla engellenmeye çalışıldı.
Ama tüm engellemeler, yasaklamalar sorunu gizlemeye yetmiyordu, yetmiyor. Ortada çuvala girmeyen bir mızrak var. Kılıf bulmakta zorlanıyorlar...
Yasakçı zihniyetin saçma sapan uygulamalarını yaşadık, yaşıyoruz. Komik gerekçeler, aciz tavırlar, uygulamada karşılığını bulmayan ama yasal planda yapılmış düzenlemeler; genelgelerle ikide bir değiştirilen, sürüncemede bırakılan, yer yer memuruna göre bile değişen keyfi tutumlar... kısaca yasakları sürdürebildiği kadar sürdürmeye hizmet eden ne varsa yapılmaya çalışılıyor.
Son günlerde gündeme gelen kimi olaylara dönüp baktığımızda yasakçı anlayışın âcizliğini, yaşanan komediyi daha iyi görmek mümkün...

YASAĞIN KOMEDİSİ...

Kürtçe dil kursu açmak isteyenlere yönelik kimi engellemeler sürüyor. Bunlardan birisi geçtiğimiz günlerde Batman'da yaşandı. Batman'da Kürt Dili Ögretim Kursu adında bir kursun açılması düşünülmüş, uygun bir bina da hazır hale getirilmişti. Sıra izine gelmişti. Ama kursu engellemeyi kafaya takmış olan devlet yetkilileri, "Türkiye'de demokrasinin santim santim kazanıldığı" bir ülke olduğu gerçeğini ispatlarcasına kapılarda sorun çıkardılar. Kapılar 5 santimetre dar idi! Ya genişletilmeliydi ya da kursa izin yoktu! Kurs yöneticileri binanın kapılarını 5 santimetre genişleterek 90 santimetreye çıkardılar.
Ama yine izin çıkmadı. Çıkamazdı! Çünkü Türkiye'de demokrasi öyle kolay kolay işleyen birşey değildi! Demokrasi "bedel" gerektirirdi! Evet santim santim ilerlenmeli, gerekirse merdiven tırmanılmalı ve özlenene, istenene, izine ulaşılmalıydı! Merdivensiz demokrasi mi olurdu?!
Evet, demokrasi bu kez merdivene takılmıştı: Kursun "sabit yangın merdiveni" yoktu! Oysa binada bu merdiven de vardı! Fakat heyhat, "unutkanlıktan" dosyaya eklenmemişti! Eklemeyen ise yine devletin bir yetkilisiydi; bina hakkında rapor veren bir müfettişti!
Demokrasiyi yaşamak için merdiven de halledilip dosya tamamlandığında bakalım öğrenciler kursun kapısından içeri girebilecek mi?
Demokrasi için başka neler gerekiyor, göreceğiz!!!
Batman'daki kursun başına gelenler karşısında kimileri bunun "münferit" bir olay olduğunu, bu konuda sistemli bir engellemenin olmayacağını, olamayacağını düşünebilir... Ama öyle değil, Batman olayı bu konuda tek olay değil!
İkinci örnek, Adana'dan...
Adana'da açılmak istenen Kürtçe dil kursu derslik pencereleri müfettişlerce yapılan incelemede -verilen rakamlar doğruysa- 0.2 santimetre, yani yazıyla "iki milimetre" küçük olduğu için ruhsat alamadı!
Komik, acı, dehşet... Nasıl değerlendirirseniz değerlendirin ama durum bu!
Daha da acısı; izin verilmeyen binanın daha önce İngilizce Dil Kursu için kullanılmış olması ve ruhsat probleminin olmaması! Yani devlet İngilizceye iki milimetre daha tolerans tanımış!
Pencerenin genişletilmesinin ardından iznin alınıp alınamayacağı belirsiz... Ama önemli olan ruhsatın verilmesi değil, ruhsatın hangi aşamalardan sonra verilmiş olmasıdır! Önemli olan yasağın milimetreyle ölçülmesidir!
İbretlik olan da budur Türkiye'de!

YASAKLAR ZİNCİRİNİN
BİR BAŞKA HALKASI:
TELEVİZYON YAYINLARI

Yasakçı bir anlayışın hüküm sürdüğü Türkiye'de çıkarılmış olan kimi yasal düzenlemelerin -ki bu düzenlemelerle çeşitli yasakların ortadan kaldırılacağı söyleniyor! Öyle ya, AB kapısı önünde tarih bekleyen Türkiye'nin kriterlere uyması, "demokrasiyi" geliştirmesi gereklidir! Dolayısıyla kimi yasal düzenlemelere ihtiyaç vardır!- uygulanmasının engellenmesi bu devletin kendi iç çelişkisidir.
Yazgısıdır bu devletin: Sözkonusu çelişki hayatın çeşitli alanlarında kendisini dışa vuracaktır! Bu kimi zaman kurs yönetmeliğinin hayata geçirilmesinde kendisini gösterir, kimi zaman kitap veya dergi toplatmada, kimi zaman kitap yakmada, kimi zaman sanat insanlarının yakılmasının seyirciliğinde, kimi zaman bir karikatüristin tutuklanmasında ifadesini bulur!
Kimi zaman ise bir çizgi film konusunda...
Evet, bir çizgi film konusunda...
Bilindiği üzere Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) hazırladığı "Radyo ve Televizyon Yayınlarının Dili Hakkında Yönetmelikte" farklı dil ve lehçelerde yapılacak yayınların serbest bırakılması öngörüldü. Ama bu yayınların "sadece yetişkinlere yönelik olması" öngörülmüş RTÜK tarafından... Bunun pratik anlamı, örneğin çocuklar için Kürtçe çizgi film ya da müzik programı yapılamayacak. Yasak! RTÜK hazırladığı yönetmelikte, farklı dil ve lehçelerde yapılacak müzik, haber ve geleneksel kültürün tanıtılmasına ilişkin programların eğitim amaçlı olmaması koşulunu getirdi. Programların eğitim amaçlı olması yasak!
Pokemon'u, Heidi'yi, "Temel Reis"i (!), Micky Maus'u Kürtçe dilinde izlemenin ne zararı olabilir diye düşünmeyin! Öyle ya bu tür filmleri Kürtçe dilinde izleyen bir çocuk nasıl bir bölücü olur ileride, kimbilir! "Yılanın başını küçükken ezeceksin!", Kürtçe çizgi film izlettirmeyeceksin! RTÜK bunun önlemini büyük bir öngörü ile bugünden almıştır:
Yasak!!!
Yine RTÜK demek istiyor ki, çocuklar nasıl olsa Türkçe dilini öğreniyorlar, çizgi filmlerini, çocuk programlarını, müzik programlarını Türkçe dilinde izliyorlar... Kürtçeye ne gerek var? Öğrenmesinler... Ya "eğilirlerse?!" "Yaş ağacı eğme" hakkı bizim; bu işi biz yapıyoruz, yapmaya devam edeceğiz!
Tersi yasak!!!
Çocuklara Kürtçe çizgi film yasağı işin öne çıkan, belki daha dikkat çeken bir yanı...
Ama yasaklar bununla sınırlı değil...

KORKUNUN BİR BAŞKA YÜZÜ...

Devletin yasakları, aynı zamanda kendisinin korkularıdır da...
RTÜK'ün hazırladığı "Radyo ve Televizyon Yayınlarının Dili Hakkında Yönetmelik" ile devlet; radyoların 60 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam 5 saat, televizyon kuruluşlarının ise günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam 4 saat yayın yapabilmelerine izin verdi!
Yayın saatlerinin bu denli kısa tutulmasının bir nedeni olsa gerek değil mi? Örneğin neden 24 saat yayın yapılmıyor da haftada bir kaç saatle sınırlandırılıyor?
Çünkü korkuyor devlet!
Bitmiyor yasak -ve korku-!
Şöyle deniliyor örneğin yönetmelikte:
"Bu dil ve lehçelerde yeniden iletim konusu yayınlarda dahil, televizyon yayını yapan kuruluşlar bu yayınlarını içerik ve süre açısından birebir olmak kaydıyla Türkçe tercüme veya Türkçe altyazıyla vermekle, radyo yayını yapan kuruluşlar ise programın yayınlanmasını takiben Türkçe tercümesini yayınlamakla yükümlüdürler..."
Neden diye sormayın...
Çok açık: Korku!
Yayınlar sadece "Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları dil ve lehçelerin izleyici-dinleyici profili belirleninceye kadar bu dil ve lehçelerdeki yayın sadece kamu ve özel ulusal yayın kuruluşları tarafından yapılır"mış! Üst Kurulun izni olmadan Türkçeden başka bir dil ve lehçede yayın yapan kuruluşa "izinsiz yayın müeyyidesi" uygulanacakmış! Yasak ve korku arasındaki bağ biraz daha açık hale geldi mi?
Peki yayınlar yapılacak da, hangi ilkeler temelinde yapılacak? İşte RTÜK yönetmelikte buna da açıklık getirmiş... Sınır şöyle çizilmiş: "Türkçe'den başka bir dilde yayın yapmak üzere Üst Kuruldan izin alan yayın kuruluşları yayınlarını hukukun üstünlüğüne, Anayasa'nın genel ilkelerine, temel hak ve özgürlüklere, milli güvenliğe, genel ahlaka, cumhuriyetin Anayasa'da belirtilen temel niteliklerine, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne 3984 sayılı Kanun ve bu kanuna dayanılarak çıkartılan yönetmeliklerle düzenlenen esas ve ilkelere, Üst Kurulun öngördüğü yükümlülüklere izin şartları ve taahhütlerine uygun olarak kamu hizmeti anlayışı çerçevesinde yapmakla yükümlüdürler;
- Bu dil ve lehçelerde yaptıkları yayın süresince mevcut logo ve tanıtıcı ses işaretinin dışında bir unsura yer vermemekle stüdyo düzeni ve ses efektinde Türkiye Cumhuriyeti'nin simgesi olmuş görüntü ve sesin dışında simge, işaret ve ses kullanmamakla yükümlüdürler."
Evet, sınır böyle çiziliyor... Çizilen aslında korkunun sınırı... Ve korku 80 yıldır süren bir korku! 80 yıllık tarih korku ile yasağın biraradalığının da tarihi aynı zamanda...
Peki yasaklarla nereye kadar?
Nereye kadar korkularla?
Var mı korkunun ecele faydası?!


DERYA GÜMÜŞ

UNUTMAK YOK

yollayan tutbenidüşmeden on

UNUTMAK YOK

Bunca zamandır nerede olduğumu soracak olursan
"Oldu bir şeyler" demeliyim
oturmalıyım bir taşa
kararan dünyada,
kendini yemiş bitirmiş bir nehirde.
Korumasını bilmiyorum yitirdiklerini kuşların
Geride bıraktığım denizi
ya da çığlığını kız kardeşimin.
Nedir bu toprağın zenginliği?
Gün neden günle kapanıyor?
Neden karanlık gece çalkalanıyor ağzımda?
Ve ölüm neden?

Nereden geldiğimi sormayacak mısın?
Anlatayım sana;
Kırık şeyleri
Acılı kapları
Sık sık tozlanan koca sığırları
ve tutulu kalbimi.

Bunlar ne belleğimizde uyanan sarı güvercinler,
ne de anılardır kuşaktan kuşağa akan.
Ağlayan yüzlerdir bunlar,
Parmaklardır gırtlağımızdaki,
ve toprağa düşen yapraklardır.
Yiten günün karanlığıdır.
Yeşertir kaleleri hüzünlü kanımızdaki.

İşte menekşeler ve işte kırlangıçlar,
Sevdiğim her şey
Tatlı mesajlar veren günbegün
açıkta zaman
tatlılığı artan.
Kaçamayız biz; Dişlerimizin arasından:
Neden kemiriyor boşa giden zaman
sessizlik kabuğunu?
Ne yanıt vereceğimi bilmiyorum.

O kadar çok ki ölümüz
Ve o kadar çok ki kızıl güneş önünde setler
Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar
Ve o kadar çok ki öpücüklerimizi engelleyenler
Ve o kadar çok ki unutmak istediklerim.


Pablo Neruda

Yoksulluğun uyuyan fotografı

yollayan tutbenidüşmeden on







Yoğun göç alan Mersin'in Enteller Caddesi'nde bir dilenci. Yanına aldığı küçük çocuğuyla beton zemine serdiği battaniye üzerinde derin bir uykuya dalmış... Anne ve kızın yanında geçenler hiç oralı bile olmuyor. MERSİN - DİHA

(Fotoğraf: Ferhat ARSLAN )

http://www.ozgurgundem.net/haber.asp?HaberId=44520

seni seviyorum

yollayan tutbenidüşmeden on Aralık 09, 2007

seni seviyorum

Yılmaz Güney

Ortalığı tatlı bir serinliğe bozarak gelip geçen yaz yağmuru saçlarımızda kördüğüm olmuştu. Ömür'ün alnına dökülen ıslak saçlarından yüzüne akan damlalar dudaklarında parlıyordu. Bu pırıltılarda bütün maziyi derinliğiyle görebiliyordum.


Çocukluğumu, tahtadan arabamın takırdağı, kargıdan atımın şahlandığı meydanı. Söylediklerine pişman olan ilk sevgilimi ve arkasından ağladığım; çırpındığım o güzel mektepli kızı. Hepsi bu pırıltılarda. Yeni nişanlım Ömür. O yok bu pırıltılarda. Karşımda gülüyor. Belki olmaz bu dünya, belki günün birinde başka bir göz Ömür'ü hatırlatır.
Sıcacık elleri avucumda, yol boyu çitlere tırmanmış bembeyaz yaban güllerine bakıp bir şeyler kuruyoruz. Yok, diyor Ömür. Evimiz mini mini olmalı. Sıcak, küçük bir yuva. Akşamları kapıda seni beklemeliyim. Ha... Sahi kapıyı ne renge boyarız?
- Beyaza dedim. Beyazı severim.
- A... Sevgilim, evimizi hastahane mi sandın? Yeşil nasıl? Yahut mavi.
- Peki mavi olsun. Çiçekleri seversin değil mi?
- Bayılırım çiçeklere.
- Her gün bir karanfil takacağım göğsüne.
Biraz daha sokuldu.
- Bunlar olacak değil mi?
- Bir zamanlar ben de böyle kurdum; ama senin için değil. Fakat şimdi.
- Evet şimdi...
- Hepsi boşa çıktı.
- Yani benimkilerin de boşa olduklarını mı söylüyorsun?.
- Öyle bir şey demedim. Demek istediğim şu; bu hayalleri seni tanımadan evvel kurdum. Ona yazdım bunları. Küçük bir evden; çiçeklerden, gelecekten bahsettim.
- Sonra ne oldu?..
- Hiç ne olacak. Netice değişmedi; aldırmadı bile.
- İyi etmiş. Kim bu kız?.
- Yıldız... Ay... Güneş... Üçünün en güzel taraflarını alanı onun güzelliği çıkar.
- Demek aşık olduğun kadar var.
- Hayır... Hiç aşık olmadım ve olamam da.
- Bana aşık değil misin?.
- Hayır.
- Hayır mı dedin?..
- Evet... Seni sadece seviyorum. Isırasım gelen kulaklarını, öpmek için kıvrandığım dudaklarını ve baktıkça kendimi uçuyor hissettiğim gözlerini seviyorum.
Avucumdaki elini çektikten sonra yere bakarak,
- Seni seviyorum ama inanmıyorum. Daha doğrusu inanasım gelmiyor. Bütün erkekler gibi sen de yalan söylüyorsun.
- Benim de sana inanasım gelmiyor.
Birden durdu. Daha neler, dedi.
Yol kenarındaki kara dut ağacının altına oturduk. Başını göğsüme dayadı. Seni kıskanıyorum, dedi. Geçen gün gazetede bir yazını okudum ve ağladım. Bana kalırsa o kıza deli gibi aşıksın. Sonra o şiir... Unutamam mıydı neydi adı. Madem unutamayacaktın benimle niye nişanlandın. Dudakları titriyordu. Elimi saçlarına götürdüm. Hâlâ ıslaktı. Söyleyeceklerin var mı daha, dedim. Gözlerime baktı. Yo... dedi.
- Öyleyse başlayabilirim.
- Neymiş o?.
- Neye olacak; konuşmaya. Benden evvel kimseyi sevmedin mi?. Mektepte, mahallede.
- Hayır... Hiçkimseyi sevmedim. Ama anlayamıyorum, bunları sormandaki mana ne?.
- Ben açık konuşmasını severim Ömür. Benden bir şey saklama ve anlat.
- Dedim ya kimseyi sevmedim.
Yalan... Hepsi yalan... Geçen gün size gelmiştim. İçeri girerken postacı geldi. Bir mektup verdi. İzmir'den sana geliyordu. Kız ismi kullanan bir erkek. Merakımı yenemeyerek okudum.
- Ne okudun mu?.
- Evet okudum. Ümitlendirip ayrıldıktan sonra unutmaya kalktığın bir genç. Kimbilir seni ne kadar çok seviyordur. Mektubuna cevap verdiğin takdirde gelecekmiş. Bu çocuğun, seni benden fazla sevdiği muhakkak. Onu unutmaya hakkın yok. Sensiz yaşayamacağına inanıyorum. Ona dönmelisin.
- Ne kadar acı konuştuğunun farkında mısın?
- Hakikat daima acıdır Ömür. Bunu hiçbir kuvvet değiştiremez. Ayağa kalktı, ellerimden tutup kaldırdı. Söyleyeceklerin bitti mi, dedi.
- Evet bitti. Senin de bittiğin belli.
- Hayır. O çocuğu hiç sevmedim. Belanın biri. Bir gezide tanışmıştık, görsen.
- Siz kadın milleti... Ne mahluksunuz. Onu sevdiğin halde kuruntun yüzünden onu maziye gömmeye kalkıyorsun. Şunu iyi bil ki o çocuktan başka kimse seni mes'ut edemez. Ben bile... Senin de onu sevdiğin belli.
- Ama ben seni...
- Yanılıyorsun yavrum. Beni sevmiyorsun. Yalnız yakın buluyorsun; yakın bulmak sevmek demek değildir. Onu unutma, o şu anda seni düşünüyor. Teselliye muhtaç vaziyette. Yaz ve deli gibi sevdiğini söyle.
- Haklısın, dedi. Seni sevmiyorum.
Eve kadar hiç konuşmadan gittik. Onu eve bıraktıktan sonra, beni evden uzaklaştıran yorgun adımlarım titriyordu. Dönüp baktığımda verdiğim İzmirli çocuğun mektubunu okuyordu. Başını kaldırdı, uzaktan bile güzelliği, cana yakınlığı ile İzmirliyi kendine aşık eden Ömür, arkamdan bakıyordu. Elini kaldırıp kapıyı kapadı. Set boyundaki küçük kahveye gidip Ahmet'e mars olmalıydı. Zaten mars olmadığım kimse yok ya...

öküz dergisi şubat 2001 dergisinden alınmıştır.