Afili Yalnızlık

yollayan tutbenidüşmeden on Mart 31, 2007


ne halim varsa gördüm,
çok koştum çok yoruldum
ve şimdi bende düştüm..

Dünyanın bütün kaçakları, birleşin!

yollayan tutbenidüşmeden on Mart 29, 2007

manu-chao-mali.jpg
Hikâye bu ya, 2001 yılının yazında Jose-Manuel Thomas Artur Chao’nun en büyük derdi, yakında çıkaracağı albümüne bir isim bulmakmış. Bir sürü isim gelmiş akıllara, ama olmayınca olmuyor işte! Bir türlü albüme yaraşır, akılda kalacak türden bir sözcük dizesi bulunamıyormuş…

Ta ki, düşünmekten yorulup da bir akşam son metroyla stüdyodan eve dönme saati gelinceye kadar. Jose-Manuel Thomas Artur Chao yine böyle geçen günlerden birinin sonunda, Cezayir futbol milli takımının [1] üniforması üzerinde, yorgun bir şekilde çıkmış stüdyodan. Metroya binmiş evine gitmek için. Evine doğru yaklaşırken, her durakta bir sonraki istasyonun adını söyleyen metalik ses zıplatmış onu yerinden:

“Proxima Estacion: Esperanza!”[2]

(..)

Her neyse, José-Manuel Thomas Artur Chao ya da daha bilinen adıyla Manu Chao, adını Barselona metrosundaki bu anonstan alan “Proxima Estacion: Esperanza” ile Fransa tarihinin en çok satan albümlerinden birine imza attı. Parçalarının MP3 formatında paylaşım ağlarında dolaşmasına karşı olmadığını açıklayan ve Virgin Records ile özel bir anlaşma yaparak Avrupa’nın en ucuz albümlerine imza atan Manu Chao, yedi ay içinde 2,5 milyon satışı yakaladı!

Peki, Manu Chao bu paraları ne yaptı?

Hemen söyleyeyim: “Afiyetle yedi…”

İyi ama nasıl?

Öykümüzün “şenlikli” kısmı tam da burada başlıyor :). Ama önce biraz geriye gidelim. Mesela 1961′e.. 1961… İspanya bir 14 yıl daha Generalissimo Franco’nun faşizminin yönetiminde kalacaktı. O yıl Galiçyalı gazeteci bir baba ve Bask bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Manu Chao, doğduktan birkaç gün sonra mülteciliği tatmak zorunda kalır. Faşist İspanyol polislerinden kaçan aile, Paris’in fakir bir gettosunda mülteci olarak yaşamaya başlar. Tanımadığı bir ülkeye gelen küçük çocuğun mahalle arkadaşları artık Perulu, Kolombiyalı, Cezayirli, Senegalli, Faslı, Tunuslu göçmenlerdir. Berberi çobanlarının müziği Rai, 90′ların başında Paris gettolarını ele geçirirken Manu Chao’yu da derinden etkiler.
1968′teki “güzel isyan” ve 2005 yılındaki hepimizin hatırlayacağı o büyük çatışmalar başta olmak üzere, sayısız kere ayaklanan bu mahalleler, Manu Chao ve grubu Mano Negra’ya müzikleri için esin kaynağını verdi. “Mülteci halkların Babil Kulesi” de denen Paris’in polis giremeyen gettolarından çıkan bu çocuğun müziği de kendisi gibi son derece keskindi ve çok açık bir politik mesaj taşıyordu: “Dünyanın bütün kaçakları, birleşin!

Nitekim, şarkılarında bunu çok açık bir şekilde görürüz:

—clandestino—
yalnız acılarımla giderim
cezam yalnız gider
kaçmak benim kaderimdir
kanunla dalga geçerim çünkü
babil kulesinin kalbinde bir haylazım
bana clandestino(kaçak) derler
çünkü kimliğim yok

kuzeyde bir şehre çalışmaya gittim
hayatımı cebelitarık ve ceuta arasında bıraktım
denizde bir ışık(işaret)
şehirde bir hayaletim
benim yaşamım yasaktır
öyle der kanunlar

yalnız acılarımla giderim
cezam yalnız gider
kaçmak benim kaderimdir
çünkü kimliğim yok
babil kulesinin kalbinde bir haylazım
bana clandestino derler
ben kanunları bozarım

mano negra clandestina
perulu clandestino
afrikalı clandestino
marihuana illegal!

(…)

Gariptir, Türkiye’de 90′ların başında moda olan tekerlekli el arabalarıyla kaset satışı, Paris’i de sarmıştır. Cheb Hasni’nin kasetinin Paris’teki el tezgahlarında 250 bin adet sattığı zamanlar; müziğin, satış kanallarının ve hatta dinleyicinin bile “kaçak ve yasadışı” olanının makbul olduğu bir güzel dönemdir yaşanan…

İşte böyle bir dönemde Manu Chao, Garcia Lorca’nın “İnsanın iyi bir İspanyol olması için işin içinde mutlaka Latin Amerikalıların olması gerekir” sözünü doğrularcasına, bir Güney Amerika turnesine çıkar. Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfedişinin ve Amerika kıtasının yerli halklarının soykırımının 500. yıldönümünde, 1992′de Mano Negra (1984-1995 arasındaki müzik grubu) ile alternatif bir fetih hârekatına girişir! Eski bir tanker konser platformuna dönüştürülerek; Venezüela, Kolombiya, Meksika, Dominik Cumhuriyeti, Küba, Brezilya, Ekvator, Uruguay ve Arjantin kıyıları boyunca yerli halka bedava konserler verilir! Ada ada, kasaba kasaba Karayipler ve Güney Amerika kıtasını dolaşan grup, o güne kadar kazandıkları parayı, yukarda da ipucunu verdiğimiz üzere “afiyetle yer”!

Manu Chao’nun kazandığı paraları yeme yöntemlerinden bir diğeri ise, Cenova’daki G8 ve küreselleşme karşıtı eylemler sırasında yaptığı gibi, konserlere gelen eylemcilere kumanya dağıtmaktır.

Virgin Records ile anlaşmasına rağmen “ruhunu satmayan” Manu Chao, konserler ve kaset satışlarından gelen parayı “afiyetle yer” ve bunu kollektif bir eğlenceye dönüştürür. Son aldığım haberler, grubun arada sırada Barselona’daki bir yaşlılar evi/hastaneye gidip, onlar için çaldıkları yönünde :)

Yıllarca Fransa’da “bir mülteci, bir kaçak” olarak yaşayan Manu Chao, uzun bir süredir dünya medyasının dikkatini üzerine topluyor; boş vakitlerinde Le Canard Enchaine‘den[3] tanıdığımız ünlü karikatürist Jacek Wozniak ile şarkılı/şiirli bir kitap çıkarmaktan Emir Kusturica ile birlikte Maradona[4] üzerine film yapmaya kadar pek çok projede çalışıyor.

Ya yeni albüm? Ufukta yeni bir çalışma yok gibi. Korkarım, Manu Chao’nun bu işlerden sıkılıp, 1992′deki gibi yeniden kaçakların ve yasadışıların yanına kaçmasını bekleyeceğiz…

(…)

Peki, siz kimlerden kaçıyorsunuz?

Zorunlu askerlikten, ev sahibinden, polisten, BSA’dan, zabıtadan, evlenmekten, devletten… Kimden?

Hayatının bir döneminde “kaçak” olmamış hiç kimse yoktur. Ve Manu Chao müziğini kaçaklar, asiler ve yasadışı olanlar için yapar.

Dünyanın tüm kaçakları, birleşin! Ve bunu son derece eğlenceli bir müzik eşliğinde yapmayı unutmayın…

Dipnotlar:
[1] Bunun hikâyesi başlı başına yeni bir yazının konusu olsun, ama merakınızı gıdıklamak için arkadaşın bir de Galatasaraylı olduğunu söyleyelim ve kenara çekilelim :)…
[2] Proxima Estacion: Esperanza: “Bir Sonraki Durak: Esperanza (Umut)” anlamına gelen İspanyolca anons.
[3] ve [4] Bunlardan da ne güzel yazı çıkar aslında…
Gitmek sadece gitmek
Manu Chao, 1992 yılında, Güney Amerika’yı kasaba kasaba dolaşırken…

Hutu’lar ve Tutsi’ler

yollayan tutbenidüşmeden on

null

Geçen gün Meren‘le “Hotel Rwanda”yı izledik. Birkaç hafta önce Meren tesadüfen Ruanda’da 1994 yılında gerçekleşen soykırım hakkında bir yazı okumuştu. Yazıda 2004 yılında, yani soykırımın 10. yılında, bütün dünyanın konuyu gündeme taşıdığı ve tartıştığından; 1994′te duyurmadıkları, sırtlarını döndükleri bu olayın insanlara duyurulmaya çalışıldığından bahsediliyordu. Biz Türkiye’de 2004 yılında böyle bir konudan bahsedildiğini pek hatırlayamadık. Türkiye medyasının git gide nasıl Amerikan medyasına benzediğini sürekli söylüyorum. Bu bence onun en güzel örneklerinden biri. Sizlere Ruanda’da 1994 yılında neler olduğunu anlattığım zaman ne demek istediğimi anlayacaksınız. Çünkü bu, Dünya üzerinde gerçekleşmiş, en az Nazi’lerin Yahudi’lere yaptıkları kadar korkunç bir olay. En az onun kadar konuşulması gereken, şimdilerde Sudan’da, Kongo’da, kim bilir bize duyurulmayan nerelerde hala gerçekleşen, “hiçbir şey yapamayacağımızı” düşünsek de, en azından bilmekle yükümlü olduğumuz bir olay.

null

Ruanda’da 94 yılında sadece 100 gün içinde 1 milyon kişi öldü (günde 10bin kişi ediyor). Bu insanlar atom bombası ile “topyekün imha” edilmediler. Taramalı tüfek ya da beyaz fosfor yüzünden ölmediler. Bu insanlar, kendi vatadandaşları tarafından (bazılarının Fransa’nın sattığına inandığı, filmde ise Çin’den satın alındığı söylenen) “pala”larla, kolları bacakları kesilerek öldürüldüler.

null

Peki ölenler kimdi? Öldürenler kimdi? Sebep neydi?

Duya duya hissizleştiğimiz bir lafır ama, bildiğiniz “kardeşi kardeşe kırdırmak” olmuş Ruanda’da olan. 15. yüzyıldan beri Ruanda’da Hutu, Tutsi ve Twa adı verilen üç farklı grup insan barış içinde, birbirlerini öldürmeden yaşamakta imişler. Krallıkla yönetilen ülke, 19. yüzyılda Alman sömürgesi olmuş. Almanlar ülkenin yönetim işlerine pek karışmamışlar. Fakat Almanya 1. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayınca, sömürgeyi Belçika devralmış. Ya, biz yıllarca Belçika hakkında bir kötü laf işitmedikti, cahillik tabi, ben hep sandım bu kendi halinde bir ülke. (Velakin, “kendi halinde bir ülke” diye bir mefhum yok esasen, sadece insanın -benim- cahil, medyanın yalancı, tarih derslerinin eksik olması var, neyse konumuza döneyim.)

Belçika, o dönemde halkın %9-10′unu oluşturan, biraz daha açık deri rengine, biraz daha uzun yüz hatlarına vs sahip olan Tutsi’leri “üst sınıf” olarak belirleyip, yönetim işlerine onları getirmeye başlamış. Hutu’lar ise, alt sınıfın insanları olmuşlar, ve Belçika’nın Tutsi’ler aracılığıyla uyguladığı yüksek vergilere, kötü çalışma şartlarına zorlanmışlar. Hutu’lar elbette Tutsi’lerden nefret etmeye başlamışlar. Kimi kaynaklar, Belçikalı’ların bu sözde etnik ayrımı yaparken, “10 inekten fazlasına sahip olan Tutsi, azına sahip olan Hutu’dur” gibi kriterleri kullandığını belirtiyor.

Her neyse, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Ruanda, Birleşmiş Milletler’in vesayet altındaki bölgelerinden biri haline gelmiş. Belçika hala idari makam olarak ülkede bulunuyormuş. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hutu’lar zamanla güç kazanmışlar, ve 1962′de Ruanda’nın bağımsız olması ile yönetime geçmişler. Bu süreçte sosyal huzursuzluk devam ediyor, Ruanda halkının bir kısmı sürekli komşu ülkelere sığınıyormuş. 1990 yılında Uganda’da konuşlanmış olan ve genelini Tutsi’lerin oluşturduğu Rwandan Patriotic Front (RPF), Ruanda’ya girmiş. Aynı zamanda Ruanda’nın üst düzey devlet yöneticileri de gizlice Hutu’lardan oluşan silahlı bir çetenin eğitilmesini sağlamaktaymışlar (Interahamwe). 90-94 yılları arasında edinilen silahların Fransa, Belçika ve İngiltere’den sağlandığına ilişkin şurada bazı bilgiler var, ne kadar kesin doğrulukta olduklarını bilemiyorum. Ama bunu iddia eden tek kaynak Wikipedia değil.

6 Nisan 1994′te cumhurbaşkanı Habyarimana’yı taşıyan uçak düşürülmüş (bundan RPF’nin sorumlu olduğu iddia edilmiş). Bunun üzerine, zaten sallantıda olan Ruanda barışı (?) çökmüş. Nisan’dan Temmuz ortasına kadar, 100 gün içinde 1 milyon Tutsi ve onlara sempati duydukları düşünülen Hutu öldürülmüş. Soykırımın ilk hedefleri arasında Başbakan Agathe Uwilingiyimana ve Birleşmiş Milletler’in onu korumakta olan 10 Belçikalı askeri bulunuyormuş. Bu askerler, söylenene göre, silahlarını Ruanda askeri güçlerine teslim ettikten sonra öldürülmüşler. Askerlerin ölüm haberi üzerine korkan Belçika hükümeti, askerlerini Ruanda’dan çekmiş. Bunu diğer ülkeler de izlemiş, ve Ruanda’daki BM gücü 270 askerden ibaret kalmış!!!

Aynı zamanda ülkede bulunan beyazlar, kedileri köpekleri de dahil olmak üzere, olayların patlak verdiği ilk günlerde hızla ülkeden kaçırılmışlar.

null

Yani, bütün dünya, göz göre göre Ruanda’yı kendi haline bırakmış, soykırıma sırtını dönmüş. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, gençler, herkes… palalarla, binlerce yıl barış içinde birlikte yaşadıkları kardeşleri tarafından öldürülmüşler.

Bu olaydan daha bir sene önce (1993) dönemin ABD başkanı Bill Clinton Yahudi Soykırımı Müzesi’ni açarken, dünya üzerinde bir daha böyle bir soykırıma izin vermeyeceklerini söylüyormuş. Kendisine 1995′te Ruanda halkından özür dilerken rastlanmış.

10 yıl sonra, 94′te BM Barış Gücü operasyonları sorumlusu Kofi Annan o zamanki pasifliği yüzünden pişman olduğunu dile getirmiş. (Kofi Annan’ın, yüzbinlerce insanın ölümünün ağırlığı sırtında, hala nasıl yaşayabildiğine inanamıyorum.)

(İşte bu noktada içimdeki öğreten kadına hakim olamıyor ve şu aşağıdaki cümleleri yazmadan edemiyorum. Bunları heyecanlı ve üzgün bir gencin serzenişleri olarak görüp bana kızmazsanız ne güzel olur :) )

Bu arada, kaçımızın olan bitenden haberi vardı? Çoğumuz bu tip olaylar karşısında “elimizden ne gelir”in arkasına sığınarak insanların başına neler geldiğini, kimlerin (hangi ülkelerin) bu işlerde parmağı olduğunu, kimin “dur” demeden sırt döndüğünü, silahları kimin sattığını öğrenmeye “üşeniyoruz”. Bu yazdıklarımı okumaya başlayan kaç kişinin, yarısında “üzülüp, sıkılıp” bıraktığını ve televizyonda popstar/dizi izlemeye başladığını merak ediyorum mesela. Ya da kendi küçük ve anlamsız dertlerimize gömülmeyi bunları öğrenmeye tercih edişimiz beni tarifsiz üzüyor. (Ben yapıyorum bunu). Sanki çok matah hayatlar yaşıyoruz, sanki çok özeliz hepimiz. Yapmakta olduğumuz son derece faydalı işleri bir kenara atıp, Ruanda’da insanlar neden ölmüş, Irak’ta olanların aslı neymiş, İsrail Lübnan’a neden saldırmış, Türkiye’nin sosyal sorunları nelermiş, Güneydoğu’da insanlar nasıl yaşarmış, öğretmenleri var mıymış? Temiz su, elektrik var mıymış vesaireye vakit ayırsak, bunları öğrenmeye çalışsak, çok önemli işlerden geri kalacağız. Aman ha!

Bunları bilmekle yükümlüyüz bence. Öğrendiğimiz zaman, belki gidip oralarda olanlara son veremiyor olsak da, o “leziz ve pek anlamlı” hayatlarımızla ne yapacağımıza dair aklımızda bir ışık yanıyor çünkü.

Not: İkinci fotoğraf, önemli bir savaş fotoğrafçısı olan James Nachtwey‘e, dördüncü fotoğraf ise fotojurnalist Howard Davis‘e ait.

Bilgi ve belge kaç yıllık ?!

yollayan tutbenidüşmeden on Mart 27, 2007


  1. arşivciliğin yeni adı oldugu idda edilen bölüm.
  2. turkiye genelinde arsivcilik kutuphanecilik vb bolumlerin birlestirilmesiyle olusturulmus yeni bolum, bir standardizasyon calismasi belki de.
  3. okuluna göre içeriği de değişen bölüm. öyle ki hacettepedeki kütüphanecilik ve arşivcilikken başkent üniversitesininki daha bir farklı bir şeydir.
  4. 1954-1955 eğitim-öğretim yılından itibaren lisans ve lisansüstü eğitimi veren kütüphanecilik bölümünün şubat 2002'den itibaren kullanılmaya başlayan yeni adı..
  5. kütüphaneciligin yeni halidir ancak sanildigi gibi dandik bir bolum degildir. bilgi ve belge yonetimi hayatin her alaninda gittikce onemi artan bir mesele haline gelmektedir. bilgiye mumkun olan en kolay/hizli/ucuz sekilde ulasmak ve bilgiyi en kolay sekilde kullanabilmek ozellikle kurumsal yapilar icin cok onemli. ote yandan artik her kurum kendi calisma alanina ve amacina uygun bir veri tabani kullaniyor. dolayisiyla eskiden bilgiyi tasnif etmek ve kolay kullanilir hale getirmek kutuphanecilik ile saglanabilirken, bugun devasa bir sektor haline gelen bu alani baska sekilde isimlendirme zorunlulugu dogmustur.
  6. sıradan bir günde toplam 342.456 belge içerisinden en az 3-5 kere döküman aranmasını gerektiren bir işle uğraşan herkesin şükran duyduğu bir meslek grubudur. sayelerinde belgelerine yarım gün gibi kısa bir sürede ulaşaran çalışanların kendi işlerini yapmak için kos koca yarım günleri kalmaktadır. kendilerini hürmetle anıyoruz....
  7. saçma sapan olduğu düşünülen hep son tercihlerde yer alan kazanıldığında ahh bee dedirten okulun 2. günü olaylarla karşılandıgın istanbul edebiyat fakultesi içinde bulunan içeriye girerken baska üniversiteden getirdiğim arkadaşa kimlik sormayıp bana soran birden fazla bekçisi ,içinde tahminen tem in bulunduğu yemek hanesinde her daim propoganda yapılan sınavlarında direk hocanın notlarını birebir aynı geçirsemde 60 aldığım ,kopyanın iliklerine kadar işlendiği 5. kata çıkmak için143 merdiven cıktığım cıkınca sukut-u hayale ugradıgım bu dönem henüz kapısından girmediğim kayıtlarda salak kızların kuyruğa girip ondekılerin sırasını alıp daha sonra sıraya gırsene dediği kendini dünyadaki tek kız oldğunu düşünen ve onun için seni tanısa bile tanımamazlıktan gelen, hülya hoca gibi bir zalimin eline düşürten ,eve bütünderslerinden kaldırtan staj gerektiren ve bunun için okul okul aratan, sabahları tramvayda tek ayak üzerinde gitmek zorunda kaldığın henüz akıbetının ne olacağı bellı olmayan (yaslı hocalar) hoacalarıyla benı hayatımdan bıktıran benliğimi kaybedip ne yaptığımı bilmeden çay-sigara kombinasyonuna başvurup güzel bir manita hayal ettiren istanbul üni. edebiyat fakültesinde bulunan bölümmmm
  8. ezik birşey
    -ne okuyorsun?
    - bilgi ve belge yönetimi.
    - mezun olunca ne olcak?
    -yönetici olacağım.
    -ne yöneticisi?
    -bilgi ve belge
    -...
  9. herkesin kaç yıllık diye sorduğu bölüm. sonraki soru: ne işe yarıyor?

İbret-ül versite

yollayan tutbenidüşmeden on

O, üç yıl
önce, üniversite derdine ,başka bir şehre geldi ve geldiği günden beri,
bir fıkranın içinde , yan karakterlerden biri. Eskiden fıkralara
gülerdi , ama şimdi biliyor ki, gerçekler, onun güldüklerinden daha
fıkra...



Ne umut kaldı içimde,
Ne gözümde gözyaşı.
Nasıl aşsam,
Yüreğimdeki uçurumları.

Kaçacağım bir gün buralardan,
Gözlerimi kapatıp, gökkuşağı düşleyerek
Al beni rüzgar götür uzaklara, götür sonsuza

Kaptansız gemi

yollayan tutbenidüşmeden on Mart 26, 2007


ne bilseydim; insan bazen ayrı düşermiş kendinden,
ve bilseydim meğer bu vicdan ödünç alınmış insanlardan.

yaşıyorum içim gölmüş, ölüyorum dışım çölmüş.
yürüyorum bir kez daha, bilmediğim diyarlara…

ben bir duaydım, derin uyku adamı.
uyandırma, hiç yoktan ölmeyeyim.
bu gece radyoda yine o şarkı,
kapatma, hiç yoktan düşteyim.


Köy Enstitüleri

‘’Komadı karanlığın ağaları
Halk uyansın ülke çiçeğe dursun’’


İş içinde eğitim
Eğitim içinde üretim
Sürekli eğitim, sürekli üretim
Sonra yurdum çiçek

Köy kahvesinde
Eğitim mücadelesi’nde
Mehmet Başaran’ın şiiri
‘’Tonguç Baba için yazdığı

Kahvede gençler, emekliler
Taş- kağıt oyunları
Televizyonda defile
Gözlerin hiç ayrılmadığı

Ertelendi yurdumun çiçeğe durması
Bir kış gecesi yollar çamur
Kahve duman, köylü duman
Kimselerin umursamadığı.

Ocak 2002

Hasan Akarsu

Kapitalist Kediler

yollayan tutbenidüşmeden on Mart 25, 2007


Kediler etleri yediler
Yediler yediler bitirdiler
Yam yam bu kediler
Doymadı birbirini yediler

Kediler çiğerleri seçtiler
Seçtiler seçtiler beğendiler
Azgın bu kediler utanmadı kasabı da yediler.
Cem Yoldaş izlinle...
Note:
If you can't read this, the shirts say "Destroy Capitalism" and are for sale for $30...

For Lawinyaa

yollayan tutbenidüşmeden on


platonik aşklar diyarında
sesizliğin ortasında kalakaldım
sana bakmak bile yetiyor bazen
unutursun diyorsun beni
hiç hatırlamazsın diyorsun
hergün gördüğüm seni nasıl unuturum.
Seni görüp de konuşamamak var ya
ahhh işte çok zor....
keşke herşey geçen pazartesi gibi olsaydı
en azından gülümselerin yetiyordu bana
gözlerini benden kaçırışın geliyor aklıma şimdi
biliyorum iyi niyetinden bunlar
ama inadına karşılık inat
bende unutmayacam seni
ne kadar çabalarsan unutturmaya
o kadar sevecem seni
...


10.12.06

Antikçağ Kütüphaneleri

yollayan tutbenidüşmeden on

Başını ABD’nin çektiği koalisyon güçlerinin Irak’ı işgalinin ilk günlerinde Bağdat müzesinin yağmalandığı günde ABD savunma bakanı Rumsfeld; ‘’Irak halkının özgürleştiğini’’ söylüyordu. Aynı günde müzede çalışanlarından bir hanımın televizyonda söyledikleri ibret vericiydi. ‘’yüz yıl sonra çocukların öldürüldüğü unutulabilir ama ırak halkının kendi tarihini yağmalayan bir halk durumuna düşürülmesi unutulmayacaktır’’.

Kuşkusuz dünyada barış hakim olmadığı sürece kitapların, kütüphanelerin, müzelerin yakılıp yağmalanması son bulmayacaktır.

İnsanoğlunun taşa, kile, papirüse, deriye, parşömene, kağıda ve disklere yazma macerası biraz da insanın insan olma mücadelesidir. Bilgisinin, birikiminin kalıcılığını sağlamak için hep bir yol buldu. Bugünün siber tekniğine ulaşmada Antikçağ güçlü kütüphanelerinin önemli rolü vardır. M.Ö 47 yılında, Sezar’ın Mısır savaşı döneminde İskenderiye kütüphanesinde yedi yüz bin cilt kitabın bulunduğu söylenir.

Yine Büyük İskender’in yastığının altında iki şeyin durduğu söylenir; bir kılıç diğeri de Aristoteles tarafından gözden geçirilen Homeros’un İlyada’sı…

Antikçağın müze ve kütüphaneleri insanların belleğinde o kadar parlak bir iz bırakıyorlardı ki sürekliliği sayesinde orta çağ karanlığının içinden yeniden doğuşu Rönesans’a damgasını vurabilmişti. Bu süreklilik ilk çağdan modern zamanlara uzanan köprünün ilk kemerlerinden birisini oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Bağdat müzesinin yağmalanmasına sebep olanlar uygarlık taşıyıcısı olduklarını söyleseler de uygarlık insanlığın ortak emeğinin bir ürünüdür.