Metin Göktepe olayının öğrettiği iki büyük gerçek

yollayan tutbenidüşmeden on Şubat 22, 2009





8 Ocak 1996’da öldürüldü Metin Göktepe. Kolluk güçleri önce “duvardan düştü” dedi. Ailesi, arkadaşları, gazetesi, meslektaşları, emek ve demokrasi güçleri katillerin peşine düştü. Bu mücadele sürecini ve aramızdan ayrılışının 12. yılında Metin Göktepe’yi FATİH POLAT, Mavi Defter için yazdı.
Fatih POLAT *

Metin Göktepe olayı bugüne kadar çeşitli yönleriyle yazıldı, kitap oldu ve Türkiye’de egemen güçlerle gazeteciler arasındaki ilişki benzer biçimde sürdüğü sürece de yazılmaya devam edecek.

Sevgi ve saygıyla andığım çalışma arkadaşım, değerli dostum Metin’in kişisel özellikleri ve insani yönüne dair, konuyu takip edenler açısından genel bir izlenimin şu ana kadar oluşmuş olduğunu da varsayarak, bu yazıda iki temel yön üzerinde durulacak.

Bunlardan ilki, iki sınıf arasındaki çelişki ve bölünmenin Metin Göktepe gerçeği özelinde kendisini somut bir biçimde göstermiş olmasıdır.

Marksizmin devlet tahlili, devletin bir sınıfın diğer sınıf üzerinde baskı ve egemenlik aracı olduğu gerçeği Metin Göktepe olayında bütün çıplaklığıyla görülmüştür.
Metin Göktepe’nin her gazetenin ve gazetecinin ilgi göstermeyeceği bir haberi, Ümraniye Cezaevi’nde katledilen iki devrimci tutuklunun cenaze törenini izlemek istemesi, onun gazeteciliğinin sınıfsal özü, sınıfsal seçiciliğinden bağımsız değerlendirilemez. Yine cenazenin gerçekleştiği Alibeyköy’e gelindiğinde karşılaşılan polis barikatını aşmak konusunda Metin’in diğer gazetelerdeki arkadaşlarına nazaran daha inatçı davranması da yine onun gazetecilik anlayışının dolaysız bir sonucudur.
Çalıştıkları holding medyasının “baron” yöneticilerinden farklı bir gazetecilik duyarlılığına sahip olduklarını bildiğimiz muhabirler, basın kartlarında yazılı olan gazetelerin adı nedeniyle Metin’in yaşadığı sondan kurtulurken, Metin “Evrensel muhabiri” olduğu için özel bir muameleye tabi tutulmuştur.

Çünkü Evrensel, o cenaze törenine katılanlar için toplu gözaltı emrini vermiş olan dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar ve yardımcısı Kemal Bayrak’ın, hınç duyduğu bir sınıfın çıkarlarını savunan bir gazetedir.

Metin’i gözaltına almış olan Çevik Kuvvet mensupları da varlık nedenlerini, Metin’in çıkarlarını savunduğu sınıfın eylem ve kalkışmalarına karşı “düzeni korumak” olarak görmektedirler. Tam da bu nedenle, buna uygun bir politik seçicilikle o üniformanın içine sokulmuşlardır. Aslında alt sınıflardan gelen, ancak egemen sınıfların çıkarına göre inşa edilmiş bir düzenin devamını zora dayalı olarak sürdürmek görevini gönüllü olarak yapacak kadar kendi sınıfına yabancılaşmış olan bu kişiler, şekillendirildikleri faşist mevzuatın da etkisiyle Metin’i katledecek kadar dövmekte bir sakınca görmemişlerdir. Arkalarındaki tarihsel gerçeklik de onları bu konuda rahat ve özgüvenli olmaya koşullamaktadır. 1990’ların başlarından Metin’in katledilmesine kadar geçen süreçte arka arkaya katledilen onlarca gazetecinin faillerinin hiçbirinin bulunup cezalandırılmamış olması bu özgüveni zaten tarihsel bir hak olarak onlara vermiştir.

Ancak atladıkları bir nokta, onların “derin” eylemdaşlarına kıyasla şehrin ortasında, göz önünde eylemlerini gerçekleştirmiş olmaları ve suçüstü yapılmaya çok elverişli bir durumda bulunmalarıydı. Elbette bu tespit, aşağıda da değineceğimiz gibi, başka bir dizi etkenle birlikte ele alınmadığı takdirde, Metin’in katillerinden en azından bir kısmının cezalandırılmasını sağlayan kararlı ve örgütlü mücadelenin neferlerinin emekleri ve başarıları atlanmış olacaktır.

Metin katledildikten sonra dönemin yetkililerinin yaptıkları ilk açıklamanın, “duvardan düşerek öldü” biçiminde olması da yine aynı sınıfsal refleks bağlamında yerli yerine oturtulabilir ancak.

Ve gelişen örgütlü baskı karşısında dönemin başbakanının, aranan sanık polisler için “teslim olacaklar, ancak can güvenliklerinden korkuyorlar” biçimindeki açıklaması da yine aynı sınıfsal refleksin bir başka tezahürüdür.

Metin’in davasının, kitlesel örgütlü takibi kırmak için ilden ile sürülmesi ve açık sorumlulukları bulunduğu halde Taşanlar ve yardımcısının korunması da aynı sınıfsal zincir içinde değerlendirilmelidir.

Tüm bunlar alt alta konulduğunda, Metin’in gözaltına alınıp öldürülmesinden katil polislerin yargılanması konusunda yargı bürokrasisinde görülen gönülsüzlüğe kadar her biri, iki sınıf arasındaki büyük fotoğrafın içindeki küçük birer karedir.

Metin Göktepe olayının gösterdiği ikinci büyük gerçek ise adalet ve basın özgürlüğü gibi kavramların sınıfsal içeriğine dairdir. Genel bir bakışla var olan düzendeki adalet sisteminin “mülkün temeli”ni teşkil ettiği ve mülksüz sınıfların açık mağduriyetleri karşısında bile son derece gönülsüz olduğu bir gerçektir. Ancak bir sınıfın diğer sınıfa karşı baskısı karşısında, ezilen sınıfın direnişi ve düzeni değiştirme mücadelesi de yine bu sosyal gerçeklik içinde olmakta, yargı süreci alttan gelen baskıyla alışık olmadığı bir kararı almaya mecbur bırakılabilmektedir.

Dolayısıyla “devlet katleder, yargı da üstünü örter” anlayışı, bir mücadele süreciyle değişime zorlanmadığı sürece nihilize bir kanıksamadan öte bir anlam taşımayacaktır. Göktepe davasının gösterdiği ikinci büyük gerçek de budur: Biz sahip çıkarsak, katiller yargılanabilir.

Metin’in katledildiği gün toplu gözaltı emrini veren ve Göktepe davasının derinleşmemesi için özel bir gayret gösteren dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar’ın bu olayda yargılanıp mahkum edilememiş olması da iki sınıf arasındaki çatışma ve mücadele düzeyinin, henüz bunu sağlayacak boyutta olmaması nedeniyledir.

Tüm bunlarla birlikte Metin Göktepe olayında, gözaltında katletme eylemi nedeniyle bir grup polisin cezalandırılıp hapis yatmış olması, başından itibaren bu davanın peşini bırakmayan basın emekçileri, ailesi, Metin’in kurucu üyelerinden biri olduğu partisi, avukatları ile emek ve demokrasi güçlerinin başarısıdır.

Katledilişinin 12. yılında Metin’i sevgi ve saygıyla anarken, adaletin ancak, mülksüzlerin, mülk sahiplerinin düzenine karşı ciddi ve örgütlü bir direnç gösterebildiği durumda, ezilenler için de işleyebileceğini asla unutmamak gerekiyor. Ve adalet AB’den ya da başka bir yerden gelecek, kağıt üzerindeki maddelerin içinde duran ve ihtiyaç duyanların imdadına yetişecek olan bir şey değildir. Adalet, demokrasi ve basın özgürlüğü ancak mücadele edilerek kazanılabilir şeylerdir ve kazanıldıktan sonra da, “harcamakla bitmeyecek büyük bir miras” gibi bir kenarda durmazlar. Sınıflı bir dünya da, hayat da, adalet de ezilen emekçi yığınlar ve onların temsilcileri için asla cömert değildir. Ancak mücadele edilerek ve mücadele edildiği kadar kazanılabilir. Kalıcılığı da bu mücadelenin sürekliliğine bağlıdır. Metin Göktepe gerçeğinin öğrettiği en önemli gerçeklerden biri budur.


* Evrensel Gazetesi Yazı İşleri Müdürü

0 dediki: