Hutu’lar ve Tutsi’ler

yollayan tutbenidüşmeden on Mart 29, 2007

null

Geçen gün Meren‘le “Hotel Rwanda”yı izledik. Birkaç hafta önce Meren tesadüfen Ruanda’da 1994 yılında gerçekleşen soykırım hakkında bir yazı okumuştu. Yazıda 2004 yılında, yani soykırımın 10. yılında, bütün dünyanın konuyu gündeme taşıdığı ve tartıştığından; 1994′te duyurmadıkları, sırtlarını döndükleri bu olayın insanlara duyurulmaya çalışıldığından bahsediliyordu. Biz Türkiye’de 2004 yılında böyle bir konudan bahsedildiğini pek hatırlayamadık. Türkiye medyasının git gide nasıl Amerikan medyasına benzediğini sürekli söylüyorum. Bu bence onun en güzel örneklerinden biri. Sizlere Ruanda’da 1994 yılında neler olduğunu anlattığım zaman ne demek istediğimi anlayacaksınız. Çünkü bu, Dünya üzerinde gerçekleşmiş, en az Nazi’lerin Yahudi’lere yaptıkları kadar korkunç bir olay. En az onun kadar konuşulması gereken, şimdilerde Sudan’da, Kongo’da, kim bilir bize duyurulmayan nerelerde hala gerçekleşen, “hiçbir şey yapamayacağımızı” düşünsek de, en azından bilmekle yükümlü olduğumuz bir olay.

null

Ruanda’da 94 yılında sadece 100 gün içinde 1 milyon kişi öldü (günde 10bin kişi ediyor). Bu insanlar atom bombası ile “topyekün imha” edilmediler. Taramalı tüfek ya da beyaz fosfor yüzünden ölmediler. Bu insanlar, kendi vatadandaşları tarafından (bazılarının Fransa’nın sattığına inandığı, filmde ise Çin’den satın alındığı söylenen) “pala”larla, kolları bacakları kesilerek öldürüldüler.

null

Peki ölenler kimdi? Öldürenler kimdi? Sebep neydi?

Duya duya hissizleştiğimiz bir lafır ama, bildiğiniz “kardeşi kardeşe kırdırmak” olmuş Ruanda’da olan. 15. yüzyıldan beri Ruanda’da Hutu, Tutsi ve Twa adı verilen üç farklı grup insan barış içinde, birbirlerini öldürmeden yaşamakta imişler. Krallıkla yönetilen ülke, 19. yüzyılda Alman sömürgesi olmuş. Almanlar ülkenin yönetim işlerine pek karışmamışlar. Fakat Almanya 1. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayınca, sömürgeyi Belçika devralmış. Ya, biz yıllarca Belçika hakkında bir kötü laf işitmedikti, cahillik tabi, ben hep sandım bu kendi halinde bir ülke. (Velakin, “kendi halinde bir ülke” diye bir mefhum yok esasen, sadece insanın -benim- cahil, medyanın yalancı, tarih derslerinin eksik olması var, neyse konumuza döneyim.)

Belçika, o dönemde halkın %9-10′unu oluşturan, biraz daha açık deri rengine, biraz daha uzun yüz hatlarına vs sahip olan Tutsi’leri “üst sınıf” olarak belirleyip, yönetim işlerine onları getirmeye başlamış. Hutu’lar ise, alt sınıfın insanları olmuşlar, ve Belçika’nın Tutsi’ler aracılığıyla uyguladığı yüksek vergilere, kötü çalışma şartlarına zorlanmışlar. Hutu’lar elbette Tutsi’lerden nefret etmeye başlamışlar. Kimi kaynaklar, Belçikalı’ların bu sözde etnik ayrımı yaparken, “10 inekten fazlasına sahip olan Tutsi, azına sahip olan Hutu’dur” gibi kriterleri kullandığını belirtiyor.

Her neyse, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Ruanda, Birleşmiş Milletler’in vesayet altındaki bölgelerinden biri haline gelmiş. Belçika hala idari makam olarak ülkede bulunuyormuş. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hutu’lar zamanla güç kazanmışlar, ve 1962′de Ruanda’nın bağımsız olması ile yönetime geçmişler. Bu süreçte sosyal huzursuzluk devam ediyor, Ruanda halkının bir kısmı sürekli komşu ülkelere sığınıyormuş. 1990 yılında Uganda’da konuşlanmış olan ve genelini Tutsi’lerin oluşturduğu Rwandan Patriotic Front (RPF), Ruanda’ya girmiş. Aynı zamanda Ruanda’nın üst düzey devlet yöneticileri de gizlice Hutu’lardan oluşan silahlı bir çetenin eğitilmesini sağlamaktaymışlar (Interahamwe). 90-94 yılları arasında edinilen silahların Fransa, Belçika ve İngiltere’den sağlandığına ilişkin şurada bazı bilgiler var, ne kadar kesin doğrulukta olduklarını bilemiyorum. Ama bunu iddia eden tek kaynak Wikipedia değil.

6 Nisan 1994′te cumhurbaşkanı Habyarimana’yı taşıyan uçak düşürülmüş (bundan RPF’nin sorumlu olduğu iddia edilmiş). Bunun üzerine, zaten sallantıda olan Ruanda barışı (?) çökmüş. Nisan’dan Temmuz ortasına kadar, 100 gün içinde 1 milyon Tutsi ve onlara sempati duydukları düşünülen Hutu öldürülmüş. Soykırımın ilk hedefleri arasında Başbakan Agathe Uwilingiyimana ve Birleşmiş Milletler’in onu korumakta olan 10 Belçikalı askeri bulunuyormuş. Bu askerler, söylenene göre, silahlarını Ruanda askeri güçlerine teslim ettikten sonra öldürülmüşler. Askerlerin ölüm haberi üzerine korkan Belçika hükümeti, askerlerini Ruanda’dan çekmiş. Bunu diğer ülkeler de izlemiş, ve Ruanda’daki BM gücü 270 askerden ibaret kalmış!!!

Aynı zamanda ülkede bulunan beyazlar, kedileri köpekleri de dahil olmak üzere, olayların patlak verdiği ilk günlerde hızla ülkeden kaçırılmışlar.

null

Yani, bütün dünya, göz göre göre Ruanda’yı kendi haline bırakmış, soykırıma sırtını dönmüş. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, gençler, herkes… palalarla, binlerce yıl barış içinde birlikte yaşadıkları kardeşleri tarafından öldürülmüşler.

Bu olaydan daha bir sene önce (1993) dönemin ABD başkanı Bill Clinton Yahudi Soykırımı Müzesi’ni açarken, dünya üzerinde bir daha böyle bir soykırıma izin vermeyeceklerini söylüyormuş. Kendisine 1995′te Ruanda halkından özür dilerken rastlanmış.

10 yıl sonra, 94′te BM Barış Gücü operasyonları sorumlusu Kofi Annan o zamanki pasifliği yüzünden pişman olduğunu dile getirmiş. (Kofi Annan’ın, yüzbinlerce insanın ölümünün ağırlığı sırtında, hala nasıl yaşayabildiğine inanamıyorum.)

(İşte bu noktada içimdeki öğreten kadına hakim olamıyor ve şu aşağıdaki cümleleri yazmadan edemiyorum. Bunları heyecanlı ve üzgün bir gencin serzenişleri olarak görüp bana kızmazsanız ne güzel olur :) )

Bu arada, kaçımızın olan bitenden haberi vardı? Çoğumuz bu tip olaylar karşısında “elimizden ne gelir”in arkasına sığınarak insanların başına neler geldiğini, kimlerin (hangi ülkelerin) bu işlerde parmağı olduğunu, kimin “dur” demeden sırt döndüğünü, silahları kimin sattığını öğrenmeye “üşeniyoruz”. Bu yazdıklarımı okumaya başlayan kaç kişinin, yarısında “üzülüp, sıkılıp” bıraktığını ve televizyonda popstar/dizi izlemeye başladığını merak ediyorum mesela. Ya da kendi küçük ve anlamsız dertlerimize gömülmeyi bunları öğrenmeye tercih edişimiz beni tarifsiz üzüyor. (Ben yapıyorum bunu). Sanki çok matah hayatlar yaşıyoruz, sanki çok özeliz hepimiz. Yapmakta olduğumuz son derece faydalı işleri bir kenara atıp, Ruanda’da insanlar neden ölmüş, Irak’ta olanların aslı neymiş, İsrail Lübnan’a neden saldırmış, Türkiye’nin sosyal sorunları nelermiş, Güneydoğu’da insanlar nasıl yaşarmış, öğretmenleri var mıymış? Temiz su, elektrik var mıymış vesaireye vakit ayırsak, bunları öğrenmeye çalışsak, çok önemli işlerden geri kalacağız. Aman ha!

Bunları bilmekle yükümlüyüz bence. Öğrendiğimiz zaman, belki gidip oralarda olanlara son veremiyor olsak da, o “leziz ve pek anlamlı” hayatlarımızla ne yapacağımıza dair aklımızda bir ışık yanıyor çünkü.

Not: İkinci fotoğraf, önemli bir savaş fotoğrafçısı olan James Nachtwey‘e, dördüncü fotoğraf ise fotojurnalist Howard Davis‘e ait.

0 dediki: