ADIEU MON PAYS & LA FEMME DE MON AMI - ENRICO MACIAS Gerçek adıyla Gaston Ghrenassia, 11 Aralık 1938'te Cezayir'in Constantine şehrinde doğdu. Normal eğitimine devam ederken müzikle, özellikle de gitarla ilgilendi. 15 yaşındayken Cezayir'in ünlü orkestralarından Cheick Raymond Leyris orkestrasında çalmaya başladı. Babası da bu orkestrada keman çalmaktaydı. Arap-Endülüs müziğinin (maalouf) büyük ustası Cheick Raymond'un orkestrası çok prestijli ve saygındı.
1956'da Cezayir'in Fransa'dan bağımsızlığını kazanmasının ardından, Ulusal Özgürlük Cephesi (FLN) Arap milliyetçiliğini hakim ideoloji olarak yerleştirdikçe, ülkedeki Museviler ve Katolikler üzerinde de politik ve toplumsal baskılar başladı. 22 Haziran 1961'de Cheick Raymond bir suikastta öldürülünce, Cezayir makamları Gaston Ghrenassia'nın bu olaya karıştığını düşünerek sürgüne gönderilmesini kararlaştırdı. (Enrico Macias, yani Gaston Ghrenassia'nın Cezayir'li bir Musevi olduğunu hatırlayalım)
Konu hakkında çok fazla spekülasyon ve dedikodu olmakla birlikte; Gaston Ghrenassia'nın tutuklanmadığı fakat sürgüne gönderildiği, dolayısıyla kendi isteği dışında ülkesini terketmek zorunda olduğu, bu nedenle ülkesini kalbi kırık olarak terkettiği, buna neden olan kişilere daima kırgın olduğu ve yıllar sonra Cezayir Cumhurbaşkanı tarafından ülkeye davet edilerek madalya ile ödüllendirildiği GERÇEKtir.
Karısı Suzy ile bir gün Cezayir'den gemiye bindiler ve Fransa'ya doğru yola çıktılar.
Daha sonraları Paris'e gidecek, Maalouf müziğini Paris'li kulaklara adapte etmeye çalışacaktır. Orijinal şarkı sözlerini ve parçaları Fransızca'ya tercüme etti, sonuçlar onu memnun etmeyince bu sefer kendisi besteler yapmaya girişti. Kafelerin teraslarında şarkılar söylüyor, kabarelerde rol almayı düşünüyordu. Café Pathé'de tesadüfen tanıştığı Raymond Bernard sayesinde 'Adieu Mon Pays' şarkısını 1962'de plağa okuma şansını yakaladı. (Başvurduğum kaynaklarda, bu şarkının onu sürgüne götüren gemide bestelendiği anlatılıyor. Şarkının tam olarak nerede ve ne zaman bestelendiğinden emin olmamakla birlikte, şu kadarını biliyoruz: Gaston Ghrenassia 1961'de sürgüne gönderildi ve bu plak 1962'de çıktı. Bunun ilk Gaston Ghrenassia plağı olduğunu da belirtelim. 1963'ten itibaren turnelere çıkmaya başladığında artık Enrico Macias adını kullanıyordu.
1964'ten itibaren çıkmaya başladığı uluslararası turnelerde Lübnan, Yunanistan ve Türkiye'ye geldi. Yani Türk dinleyicisi Enrico Macias 'ta başından beri' tanımaktadır.
Bundan sonrası, Kore'den İsrail'e, Amerika'dan Mısır'a kadar uzanan başarılı turneler... Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nden aldığı 'Uluslararası Barış Şarkıcısı' ünvanları, Fransa Başbakanı'ndan Cezayir cumhurbaşkanına kadar aldığı unvan ve nişanlar....
J'ai quitté mon pays, j'ai quitté ma maison J'ai quitté mon soleil, j'ai quitté ma mer bleue J'ai quitté une amie, je vois encore ses yeux Mais du bord du bateau qui m'éloignait du quai | Ülkemi terkettim, evimi terkettim Güneşimi terkettim, terkettim mavi denizimi Bir arkadaşı terkettim, hala görürüm gözlerini Ama beni limandan uzaklaştıran geminin güvertesinden (uzanan)bir zincir çılgın gibi şıngırdadı suda |
hep bir ağızdan türkü söylemek
Umut İleri
Dışarı baktı!
Etraf bembeyaz karla bezenmişti.
Biraz önce yakıtlarının tükenmekte olduğunu bildirmişlerdi.
Bu soğuk demekti, bu karanlık demekti, bu açlık demekti!
Ne tuhaftı!
Yirmi birinci yüzyılı yaşıyorlardı ama hala açlık, hala karanlık, hala soğuk korkutuyordu onları.
Düşündü bir an!
Kapitalizmin insanlığın gelişimine olan katkısını ve bunu savunanları!
Acaba burada olsalardı, soğuğu iliklerinde hissetselerdi, açlığı duysalardı, yine de savunurlar mıydı?
Afrika'daki çocukları anımsadı.
Her gün açlıktan ölen çocukları.
Onların kara gözlerindeki, direnişi, isyanı ve öfkeyi.
Yakıt tükenmişti, karanlıktaydılar artık.
Kalan son erzakları da pay etti ve topladı tüm işçileri.
Vakit gece yarısıydı!
Sabah mutlaka buradan ayrılmak zorunda olduklarını anlattı.
Bir ateş yakmalarını istedi onlardan ve ateşin çevresinde toplanmayı.
Bir an gözlerini kapattı, içi geçti!
Bembeyaz karların üzerindeydi.
Çevresi serçelerle sarılıydı.
Ortada yanan büyük bir ateş vardı.
Ne yazık ki sönmeye yüz tutmuştu.
Yeniden kuvvetlendirmek gerekti ateşi, yeniden körüklemek.
Ama nasıl yapacaklardı bunu?
Ne yapsalar fayda etmiyordu ve ateş gittikçe zayıflıyordu.
Uzaklardan bir bulut kümesi göründü.
Hızla kendilerine yaklaşıyordu.
Bir zaman sonra bunun bulut olmadığını anladılar.
Gelenler onun isyankar serçeleriydi.
Kanatlarında Prometheus'un ateşini taşıyorlardı.
Yanlarına geldiler ve hepsinin yüreğini, Prometheus'un ateşi ile tutuşturdular.
Bir anda ortadaki ateş alevlendi.
Ve hep beraber havalandılar, başka serçelerin yüreklerini tutuşturmak için.
Gözlerini açtı!
İçinde bir yangın vardı, içi alev alev yanıyordu.
Sanki rüyasındaki serçeler, yüreğini tutuşturmuşlardı.
Yanan alevin başına geldi, tek tek hepsine, umut dolu yüreğiyle, sevgiyle baktı.
Onların da yürekleri tutuşmuştu.
Ağzından, yavaş yavaş sözcükler dökülmeye başladı.
"Hep bir ağızdan türkü söyleyip,
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yarin yanağından gayri, her şeyde
her şeyde, hep beraber diyebilmek."
Var mıydı, tanrıların böyle bir ozanı.
Biliyordu ki, böyle bir ozana sahip olanlar asla yenilmezler.
Ve yenilmeyeceklerine olan inancı bir kat daha arttı.
Bu inancı aktarmanın bir yolu da türkü söylemekti.
Ve başladılar HEP BİR AĞIZDAN TÜRKÜ SÖYLEMEYE!
Daha yapacak çok şeyleri vardı!
Durup Dururken
Durup dururken içimde bir şeyler kopup tıkıyor boğazımı,
Durup dururken sıçrayıp kalkıyorum yarıda bırakıp yazımı,
Durup dururken rüya görüyorum bir otelde, holde, ayakta,
Durup dururken çarpıyor alnıma kaldırımdaki ağaç,
Durup dururken bir kurt uluyor aya karşı bahtsız, öfkeli, aç,
Durup dururken yıldızlar inip sallanıyor bir bahçede, salıncakta,
Durup dururken mezardaki halim geçiyor aklımdan,
Durup dururken kafamda bir güneşli duman,
Durup dururken hiç bitmeyecekmiş gibi bağlanıyorum başladığım güne,
Ve her seferinde sen çıkıyorsun suyun yüzüne...
Nazım Hikmet
18 Kasım 1946'da Kars'ta doğan şair Nihat Behram, ilköğrenimini Çankırı'da, lise öğrenimini de Bursa ve İstanbul'da tamamladı. 1972 yılında Gazetecilik Yüksekokulu'nda öğrenimini sürdürürken siyasi gerekçelerden dolayı tutuklandı ve bir buçuk yıl tutuklu kaldı. Serbest kaldıktan sonra yarım bırakmak zorunda kaldığı eğitimini tamamladı. Mezun olduktan sonra 1975'de Vatan gazetesinde işe başladı. Ardından da "Halkın Dostları" dergisinin yönetimine katıldı.
Nihat Behram, ağabeyi Ataol Behramoğlu ile "Militan" dergisini kurdu ve yönetti. Ayrıca "Güney" dergisini çıkaranlar arasında yer aldı. 12 Eylül döneminde Bakanlar Kurulu kararıyla T.C. vatandaşlığından çıkarıldı. Uzun yıllar Türkiye'den uzakta yaşamak zorunda kalan Behram, 17 yıllık politik sürgünden sonra, 1996'da Türkiye'ye döndü.
Hayatımız Üstüne Şiirler (1972), Fırtınayla Borayla Denenmiş Arkadaşlıklar (1974), Dövüşe Dövüşe Yürünecek (1976), Hayatı Tutuşturan Acılar (1978), Irmak Boylarıda Turaç Seslerinde (1980), Savrulmuş Bir Ömrün Günlerinden (1982), Militan Şiirler (Seçmeler, Almanya'da 1984), Ay Işığı Yana Yana (Seçmeler, Almanya'da 1986), Yine de Gülümseyerek (Seçmeler, 1987), Cenk Çeşitlemesi (1988), Kundak (2000), Yalın Yürek I/Haytımız Üstüne Şiirler (Toplu Şiirler 1, 2001), Yalın Yürek II/Ayrılık da Yakışıklıdır (Toplu Şiirler 2, 2001), Sürgün Yılları; İntikam Alır Gibi (Toplu Şiirler 3, 2001) şairin çıkardığı şiir kitaplarıdır. Çeşitli eserleri yabancı dile de çeviren Behram'ın şiir kitaplarının dışında pek çok kitabı var: Daragacında Üç Fidan (1967, belgesel), Göğsü Kınalı Serçe (1976, çocuk kitabı), Kuyruğu Zilli Tilki (1976, çocuk kitabı), Gurbet (1988, roman), Kız Ali (1991, roman), Özlemin Dili Olsa (1999, yazılar-söyleşiler), Yılmaz Güney'le Yasaklı Yıllarımız (roman).
Tozlu Kafes
Göçmen kuşların dünyasından
Hoş geldin tozlu kafesime.
Geleceğini bilseydim
Etrafa saçılmış düş kırıklarımı toplardım
Kusura bakma
Dağınık tümcelerle karşıladım seni.
Dikkat et!
Düş kırıklarım ayağına batmasın
Terliklerimi sana vereyim
Ben alıştım bu acılara
Sen dayanamazsın.
Mâzur gör kekeleyen sözlerimi
Dedim ya,
Tümcelerim düş kırıklarım,
Ortalık darmadağınık…
Neden geldiğini bilmiyorum
Ama gözlerin yetiyor anlamaya
Ve anladığım kadarıyla
Bıraktığın beni istiyorsun.
Keşke bulabilseydin
Keşke kalabilseydim öylece.
Simdi söyleyecek söz bulamıyorum
Nerden başlasam bilmiyorum
Oysa bildiğini sanıyordum…
Haberin yok mu?
Yokluğunla evlendim!
Göksel YANLAR
Savaşa Hayır Deyin !
SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR!...
Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki.
Sana yarın su boruları ve vanalar yerine çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse,
yapılacak bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız.
Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Fabrika sahibi.
Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Laboratuardaki araştırmacı.
Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Odasındaki ozan.
Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Hastası başındaki doktor.
Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Kürsüdeki din adamı.
Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Vapurdaki kaptan.
Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Havaalanındaki pilot.
Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Dikiş masası başındaki terzi.
Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Cübbesi içindeki yargıç.
Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. İstasyondaki adam.
Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Kentin varoşlarındaki adam.
Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!...
Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana.
Sen Hoangho ve Missisippi' deki ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana.,
bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar,
sizden yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse,
dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:
HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!...
Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:
Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek,
dev mamut kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu,
deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı,
önceleri öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü,
yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi rıhtım duvarlarına karşı,
ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.
Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi
yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında,
büyük çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.
Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı,
her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde
ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında,
korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.
Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak,
pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını
devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.
Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.
Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde,
soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un,
son kase çilek, kabak ve diğerleri bozulup gidecek,
ekmek ters çevrilmiş masaların altında,
parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek,
ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak,
tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak,
yok edilmiş bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları
ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak,
ufalanacak, ufalanacak, ufalanacak.
Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla
ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında
yalnız ve yanıtsız ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak,
o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları
ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan,
kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç soruyu soracak :
NEDEN?
Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek,
yıkıntılar üzerinde esecek,
çatlaklar arasından akacak, bu ses,
ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak,
kan birikintileri üzerine düşecek, duyulmayacak, yanıtlanmayacak,
son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.
Tüm bunlar olacak,
yarın, yarın belki, belki hemen bu gece,
belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz. HAYIR demezseniz!...
wolfgang borchert - Çeviri : Rahman Haydar
Kütüphaneler ve düşünce özgürlüğü konulu IFLA bildirisi
Bu bildiri IFLA/FAIFE tarafından hazırlandı ve 25 MART 1999 da Hollanda'nın Haag kentinde IFLA Yönetim Kurulu tarafından kabul edildi.
IFLA (Uluslararası Kütüphaneler Birliği), Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisinde belirtildiği biçimiyle düşünce özgürlüğünü destekler, savunur ve onu geliştirmek için çalışır.
IFLA insanların haber alma, düşünce üretme ve görüşlerini açıklama özgürlüklerinin, onların temel hakları olduğunu kabul eder.
IFLA bilme hakkı ve ifade özgürlüğünün aynı ilkenin iki cephesi olduğuna inanır. Bilme hakkı, düşünce ve inanç özgürlüğünün bir gereği, düşünce ve ifade özgürlüğü ise özgürce haber alabilme hakkının vazgeçilmez şartıdır.
IFLA düşünce özgürlüğüne saygının, kütüphanecilik ve iletişim mesleklerinde merkezi bir konumu olduğunu savlar.
IFLA bu nedenle kütüphaneler ve kütüphane görevlilerini düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, engelsiz haberleşme özgürlüğü ilkelerinde ısrarcı olmaya ve kütüphane kullanıcılarının mahremiyetine saygılı olmaya davet eder.
IFLA üyelerini görevleri sırasında bu ilkeleri hayata geçirmeye davet eder. Bu bağlamda;
- Kütüphaneler bilgi, düşünce ve yaratıcılığa geçit verirler. Bilgi, düşünce ve kültüre giriş kapısı görevini üstlenirler.
- Kütüphaneler bıreyler ve gruplara yaşamboyu öğrenim, bağımsız karar alma ve kültürel gelişim için temel destek sağlar.
- Kütüphaneler, düşünce özgürlüğünün korunması ve geliştirilmesine katkıda bulunurlar ve de temel demokratik değerler ile yurttaşlık haklarının savunucusudurlar.
- Kütüphaneler haber alma ve görüşleri açıklama hakkını kolaylaştırıp, garanti altına alma sorumluluğunu üstlenir. Bu yüzden kütüphaneler, toplumun çok sesliliğini yansıtan geniş bir yelpazede, sunulan ürünleri almalı ve kullanıcıya ulaştırmalıdır.
- Kütüphaneler, seçilen ürünlerin ve verilen hizmetin politik, ahlaki ve dini değerlendirmeler değil, fakat mesleki değerlendirmeler sonucu sağlanmasını güvence altına alır.
- Kütüphaneler, olası sansüre göğüs gererek gerekli ürünleri özgürce satın alır, düzenler ve hizmete sunar.
- Kütüphaneler var olan hizmet, ürün ve olanakları hiç bir ayırım gözetmeden kullanıcıya sunar. Irk, inanç, cinsiyet, yaş ve benzeri hiç bir ayırımcılığa izin vermez.
- Kütüphane kullanıcısının mahremiyeti kesinlikle korunur. Kütüphaneciler ve diğer kütüphane görevlileri kullanıcının kimliğini ve yararlandığı ürünleri, üçüncü kişilere kesinlikle bildirmezler.
- Kamu kuruluşları tarafından finanse edilen, kamuya açık kütüphaneler de düşünce özgürlüğü kurallarına uymakla yükümlüdürler.
- Bu türden kütüphanelerdeki görevliler de tüm bu kurallara uymakla yükümlüdürler.
- Kütüphaneciler ve diğer kütüphane görevlileri, hem işverene hem de kullanıcıya karşı sorumludurlar. Bu sorumlulukların çatışması durumunda, kullanıcıya karşı olan sorumluluk önceliklidir.
Ulusça, bir ateş çemberinden geçiyoruz. Dayanmanın tek yolu var: Acıları oyuna dönüştürmek
Üniversitede "tuhaf bir arkadaşım vardı. Geceleri toprağa uzanıp yıldızları gözlemeye ve uzaylıları beklemeye bayılırdı.
Bir gün, uzun zamandır kuşkulandığı şeyi açmıştı bana, zor bir sır verircesine:
Birilerinin kendisiyle "hayat" adını verdikleri bir oyun oynadıklarını düşünüyordu. Öyle ki yaşadığımız herşey bu yanılsama için özel olarak düzenlenmişti. Mesela kendisine gösterilenden tamamen başka bir dış dünya olduğuna inanıyordu. Pencereden bakınca dışarıda gördüklerinin, perdeyi çektiği andan itibaren bambaşka bir hal aldığı kanısındaydı. Sanki "yukarıdakiler," O'nunla oynamak için "dışarı"yı öyle tanzim ediyorlar, O perdeyi çekince de kıs kıs gülerek içeri bakıyor, O'nu izliyorlardı.
Bazen otururken, aniden perdeyi açıp dışarıyı kontrol etmek istiyor, adeta kendisiyle oyun ve sonunda hayat, hayalin karşısında yenik düşüyor. oynayanları faka bastırmaya çalışıyordu.
Bir süre sonra perdelerini açmaz oldu. Ya bu "oyun"a ortak olmamak için ya da tersine, kendini tamamen bu oyunun büyüsüne kaptırdığından...
O'na bunun bir yanılsama olduğunu anlatmaya çalıştığımızda "Ne biliyorsunuz ki..." diyordu, "...aynı oyunu size de oynuyorlar."
Zamanla bu "yanılsama"yı hayata karşı bir mevziye dönüştürdü.
Biz "dışarıda" ufalanırken, O içerde ayakta kalmayı başardı.
* * *
"Hayat Güzeldir" filmini izleyince, başroldeki çocuğu O'na benzettim.
Son yılların bu en güzel politik filmi, savaş yıllarında faşistlerce toplama kampına tıkılan bir İtalyan ailenin öyküsünü anlatıyor. Baba, oğluna kampın zulmünü hissettirmemek için herşeyi bir oyun gibi sunuyor. Oyunda toplayacağı puanlarla kazanacağı tank 'için bütün bu eziyetlere katlanması gerektiğini telkin ediyor.
Zavallı küçük, bu yalanı merhem yapıp sürüyor yaralarına... Puanlarla doyuruyor karnını...
Ve sonunda hayat, hayalin karşısında yenik düşüyor.
* * *
Geçen hafta, ulusça bir ateş çemberinin içinden geçtiğimiz günlerden bir gün, sıradan bir eve konuk olduk. Televizyondan odaya, vahşi bir yangının kül ettiği insanların görüntüleriyle geride bıraktıklarının feryatları taşıyordu. Konuğu olduğumuz ailenin reisi belki bunlara dayanamadığından, belki öbür kanalda başlayan "oyun"u kaçırmamam kaygısıyla "zapladı hayatı" ve "oyun"a döndü.
Kandırılmış küçük bir çocuk gibi, öbür kanalda tutuşan hayatı unutup bize büyük hediyeyi kazandıracak puanların peşine düştük birden...
Unuttuğumuz her acı, bir puan olarak yazıldı hanemize...
En iyi oynayanlar, en az hatırlayanlardı.. Sonunda "tank gibi" bir arabayla ödüllendirildiler.
Kaçacak, sığınacak başka neresi vardı ki?
Hayat karşısında hayal dışında dayanağımız, düş gücü dışında gücümüz kalmamıştı ki...
Bize gösterilen bu rengârenk dünyanın gerçek olmadığını, ama asıl hayatın bu olduğuna inanmamızı isteyenlerin "yukarıdan," "camın dışından" kıs kıs gülerek bizi izlediklerini, aniden perdeye sarılıp çekiversek bambaşka bir dünyayla karşılaşabileceğimizi bilenler vardı aramızda...
Ama bunu bilmek, sadece daha çok acı çekmeye yarıyordu.
Oysa ustalık, acıları oyuna dönüştürebilmekteydi...
Oyun gruplarına ayrılıp, unutma yarışma girdik.
Artık lotoya, totoya, ufoya inananlarımız, camiye, partiye, kahveye sığınanlarımız, güzel yarınları, ahiret gününü, beyaz atlı prensi, mesihi, büyük ikramiyeyi bekleyenlerimiz, hepimiz yanılsamalara tu
Bu oyunda gönüllü rol alıyoruz.
Hapishanemizin duvarlarını boyuyoruz.
"Perdelerimizi çekip" gözümüzü cama dikerek oyuna katılıyoruz gece boyunca... Acıları unutarak puan toplamaya çalışıyoruz.
Puanlar tamam olduğunda ödülümüz bir tank olacak: biliyoruz.
"Yukarıdakiler," bu kahredici hayatı, neşeli bir oyun olarak yutturmanın keyfiyle camın dışından bakıp nanik yapıyorlar.
Durumu sezsek de ses etmiyoruz.
Ses edenlerin başına gelenleri gördüğümüzden. "Haat güzeldir" diyoruz ve biz de oynuyoruz.
-''ŞAHANE KÜTÜPHANELER VAR, KİMSE GELMİYOR. VERİN ÇOCUKLARIMIZIN ELİNE BOYALARI, DUVARLARI RENGARENK BOYASINLAR''
-''BAZILARI BOŞ VAKTİNDE KİTAP OKUYORMUŞ. BEN BOŞ VAKİTTE OKUNMAK İSTEMİYORUM. SANIYORUM BALZAC HİÇ İSTEMEZ''
-''KİTAP ÇIKARMIYORUM. ÇÜNKÜ HIRSIZLARIN ENDÜSTRİSİNİ KALKINDIRMAK İÇİN ÇALIŞMIYORUM BEN...'' (FOTOĞRAFLI) ANKARA (A.A) - 30.03.2004 - Sürgün edildiği kasabada kütüphane kuran ve ''televizyonlu kütüphanesinde'' okuma bilincini aşılayan Güner Sernikli'nin öyküsünü işleyen ''Vizontele Tuuba'' filmi, Kütüphane Haftası'nın konuğu oldu. Filmin yaratıcısı Yılmaz Erdoğan ile başrol oyuncularından Demet Akbağ, yurdun dört bir yanından başkente gelen kütüphanecilere ''Vizontele Tuuba''yı anlattı. Erdoğan, Milli Kütüphane'de düzenlenen 40. Kütüphane Haftası kapsamındaki söyleşiye 15 dakika geç gelince salondakiler tepki gösterdi. Mikrofonun başına gelir gelmez esprileriyle kütüphanecilerin gönlünü alan Erdoğan, sözlerine, ''Bu kütüphane işinden ne olur, kütüphane kimin ilgisini çeker dediler. Ben de filmi onun için yaptım'' diyerek başladı. Kütüphanelerin genelde ''soğuk, gıcık mekanlar'' gibi görüldüğünü ifade eden Erdoğan, ''Buralarda sanki Moby Dick, Cervantes yok. Ben zaten yokum. Şahane kütüphaneler var, kimse gelmiyor. Peki niye buraları hayallerin başkenti yapmıyoruz. Verin çocuklarımızın eline boyaları, duvarlara resim yapsınlar. Yoksa olmuyor, olmayacak, kimse gelmeyecek'' dedi. Neden kitap okumak gerektiğini insanlara anlatmak gerektiğini belirten Erdoğan, kitap okuyanla okumayanın farkını da, ''Kitap okuyan da aşık olur, okumayan da. Kitap okuyan da ölür ölmeyen de... Ama kitap okuyan bunları daha kaliteli yapar'' sözleriyle özetledi. Rahatsızlığı nedeniyle söyleşiye zaman zaman iştirak eden Akbağ da burada söze girerek, ''Bilgisayar dediler, çoğumuz saatlerce başından kalkmadık. Ama gece okunan 20-30 sayfa kitabın yerini tutamadı'' dedi. -''MATAH BİR ŞEY OLSAYDI''...- Film için bir kütüphane oluşturduklarını, ancak çekimler bittikten sonra kasaba halkının burayı kullanmak istemediğini belirten Yılmaz Erdoğan, ''Kütüphane matah bir şey olsa sürdürürlerdi. Yaptık alsana...Sürdürmeleri lazımdı, sürdürmediler'' dedi. Okuma bilincini aşılamanın yolunun ''Ya bu millet bilmiyor diyeceğiz ya da zorlayacağız'' demekten geçtiğini anlatan Erdoğan, salondaki kütüphanecilere de, ''Evet kimse kütüphaneye gitmiyor, kitap okunmuyor, maaşınız kötü. Ama, Deli Emin televizyon götürdü, siz de götürün bir şeyler. Gidin köy meydanında yüksek sesle kitap okuyun. Duysun halkım'' sözleriyle seslendi. Boş zamanlarında kitap okuyanlara çok kızdığını dile getiren sanatçı, tepkisini, ''Bazıları boş vaktinde kitap okuyormuş. Ben boş vakitte okunmak istemiyorum. Sanıyorum Balzac hiç istemez. Bir de vakit bulamayanlar var. Arkadaş atom fiziğiyle uğraşıyor ya'' diye aktardı. Filmin biletlerinin başlatılan bir kampanyayla 2 Nisan'dan itibaren 1 hafta süreyle sadece 2 milyon liradan satılacağını belirten Erdoğan, ''Ama ben öğrencileri bilirim. Paramız yok dersiniz, kantinde 15 milyonluk çay içersiniz, sigarayı saymıyorum bile... Şimdi gelin izleyin bakalım filmi'' diye konuştu. Salondaki konuklardan birinin, ''Niye kitap yazmıyorsun'' demesi üzerine de Erdoğan, ''Kim demiş kardeşim?'' karşılığını verdi. Korsan kitap basanlara sinirlendiği için yazdıklarını yayınlamadığını anlatan Erdoğan, ''Ben hırsızların endüstrisini kalkındırmak için kitap yazmam. Bakalım şu yasa uygulanıyor mu ona bakacağız. Yoksa ben yazdıklarımı internete veririm, oradan okur insanlar'' dedi. Erdoğan ve Akbağ'a daha sonra filmlerinde kütüphanecilerin sorunlarını yansıttıkları için birer plaket sunuldu.
peace
Barış Koyun Çocukların AdınıOyunu sever bütün çocuklar
birdirbir, uzun eşek, körebe
bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez
oyun sözcüğünün halkların dilinde
(Oyun koyun çocukların adını)
Savaşa karşıdır bütün çocuklar
kışın: kar altında her sabah
tükenip erise de solgun nefesi
yazın: göğsü sırmalı fabrikalarda
çarkları döndürse de yoksul alevi
savaşa karşıdır bütün çocuklar
nice ölümlerden geçmişlerdir
nice rüzgarlar içmişlerdir
gelincik tarlası çocuklar
(Emek koyun çocukların adını)
Gökyüzünün penceresinden şimdi
bir kuş havalansa
kanat çırpışlarında
hayatın yağmalanmış sevinci
- Kuş uçar rüzgar kalır
(Sevinç koyun çocukların adını)
Uzay denizlerinde şimdi
bir balık ağlasa
gözyaşı billurlarında
yüz bin umut kıvılcımı
- Alev uçar nazar kalır
(Umut koyun çocukların adını)
Çocuk bahçelerinde şimdi
bir çiçek açsa
hüzün sevince dönüşür
sevinç çiçeğe
- Ölüm uçar çocuklar kalır
(Mutluluk koyun çocukların adını)
Barıştan yanadır bütün çocuklar
sabah: kuşatılmış bir toplama kampında
ayrılığın tetiğini okşasa da elleri
akşam: yıldızların mor orağıyla
sessizliği devşirse de yetim öksüz sesi
barıştan yanadır bütün çocuklar
nice çığlık emmişlerdir
nice korku gezmişlerdir
yürekten hisli sevmişlerdir
güvercin harmanı çocuklar
(Devrim koyun çocukların adını)
Barışı sever bütün çocuklar
beştaş, saklambaç, elim sende
bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez
barış sözcüğünün halkların dilinde
(Barış koyun çocukların adını)
Sacco ve Vanzetti
23 Ağustos 1927: 80 yıl önce Massachussets Eyaleti ve ABD hükümeti, Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti’yi elektrikli sandalyede katletti. Bu iki İtalyan göçmeni, anarşist olmaktan ve radikal emek yanlısı ve anti-militarist eylemciler olmaktan suçluydu.
23 Ağustos 1927:
80 yıl önce Massachussets Eyaleti ve ABD hükümeti, Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti’yi elektrikli sandalyede katletti. Bu iki İtalyan göçmeni, anarşist olmaktan ve radikal emek yanlısı ve anti-militarist eylemciler olmaktan suçluydu.
Bugün; bu “hata”nın dehşeti ve davanın yeniden görülerek Nick ile Bart’ın masumiyetinin tanınmasını talep eden dünya çapındaki büyük gösterilerin anıları; işçi hareketinin ve devrimci hareketin kolektif hafızasının ayrılmaz bir parçasıdır.
Çünkü dehşetin tek temeli yok edilmesi için daha on yıllarca mücadele gerektiren ölüm cezası değildi. Dehşetin bir diğer kaynağı, otoriterizm temelindeki politik sistemlere ve sömürüyle eşitsizlik temelindeki ekonomik sistemlere muhalif olan ve onlara karşı mücadele veren herkesi ölümle yargılayan 1920’lerin ABD’sinin ve bugün de dünyadaki tüm devletlerin baskıcı inadıydı. Bugün örgütlenerek işçi hakları ve anti-kapitalist devrim için mücadele yürüten proleterler ne kadar suçlularsa Sacco ve Vanzetti de zamanında o kadar suçluydu. 1920’de Sacco ve Vanzetti bir gösteriden hemen önce tutuklandı. Katılacakları gösteri, Adalet Departmanı binasının 14. katından “düşen” yoldaşları Andrea Salsedo’nun ölümünü kınamak için düzenlenmişti.
Sacco, Massachussets’te bir ayakkabı fabrikasında çalışıyordu. Bir ailesi vardı. Haftada 6 gün, günde 10 saat işteydi. Fakat bunun yanında daha yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşulları amaçlayan işçi gösterilerinde de aktifti. Ve bu faaliyetleri yüzünden 1916’da tutuklanmıştı.
Vanzetti’nin pek çok farklı işi vardı. 1916’da bir ip fabrikasında bir greve öncülük etti. Daha sonra bir balık satıcısı olarak çalışmaya başladı.
İşte bu yılda “Nick ve Bart” tanışmışlar ve hepsi askere alınmamak için Meksika’ya kaçan bir İtalyan-Amerikan anarşist grubuna dâhil olmuşlardı. Aynı zamanda anti-militarist eylemcilerdi.
1920’de sabıkaları olmadığı halde siyasal ve sendikal faaliyetleri yüzünden tutuklandılar. Sacco ve Vanzetti’yi ellerinde tutmak için onları bir güvenlik görevlisinin cinayetiyle suçladılar. 1927’de ise elektrikli sandalyede katledildiler. Onlar bu yıllarda “özgürlük ülkesi”nde “kaybolan” binlerce sendika aktivisti ve devrimciden sadece ikisiydi.
Onlar ve mücadeleleri düşüncelerimizde yaşıyor! O günden bu güne aynı kalan değerler ve haklar için, baskıya ve ölüm cezasına karşı mücadelelerimizi onlara atfediyoruz!